9 Eylül 2020 Çarşamba
Neden Ambalajlı Süt?
Çocukluğumda en sevdiğim şeylerden biri de ben okuldan geldikten sonra yemeğimi yerken kapının çalması, sütçünün gelmesi ve annemin tencerelere doldurttuğu sütü kaynatmasıydı. Niye derseniz, mis gibi tazecik sütü kaynadıktan sonra ılıtıp lıkır lıkır içmeyi çok severdim. Her ne kadar kaymağını ayırsam da o kaymak sonra birikir, kahvaltıda balla kavuşur, ekmeğime konardı.
Sonra aradan yıllar geçti. Ben büyüdüm. Haliyle biraz azalttım süt içmeyi. Ama yine de hiç vazgeçmedim süt sevgimden.
Eskisi gibi sütçü gelmiyor kapıya ama her yerde açıkta satılan süt görmeye başladım. Neredeyse her köşe başında açık süt bidonları var. Her ne kadar kaynamış sütü bardağa koyup ılıttıktan sonra içmeyi özlesem de açıkçası ben açık süt almıyorum. Çünkü güvenemiyorum. Sizde de öyle mi?
Açık sütlerin nereden geldiğini tam bilmiyorum. Bunca virüs, bakteri, mikrop ortalıkta dolaşırken ben bu sütleri güvenip alamıyorum. Bu konuda biraz araştırma da yaptım. Açık süt hakkında öğrendiklerim bu konudaki şüphelerimi haklı çıkardı.
Öncelikle en şaşırdığım nokta şuydu; açık süt aldığımızda evde kaynatırken besin değerinde ve vitaminlerinde ciddi kayba neden oluyoruz. Zaten çocuklar ve yaşlılar sütü özellikle besin değeri için tüketiyor. Onu da neden kaybedelim ki? Ayrıca ambalajlı UHT ve pastörize sütler kontrollü bir şekilde ısıl işlemden geçtiği için besin değerini korurken, insan sağlığına zararlı mikrop ve bakterilerden arındırılıyor. Ama açık sütler denetlenmediği için bu sağlık riski hep var. Çok ürkütücü!
Bir de “ısıl işlem” kulağıma biraz garip gelmişti ki onu da araştırdım. Isıl işlem dediğimiz şey zaten tüm dünyada insan sağlığına zarar verme potansiyeli yüksek mikroorganizmaların sütten uzaklaştırılması amacıyla uygulanan bir teknolojik yöntem. Bu yöntem esnasında sütlere katkı maddesi de eklenmiyor. Ayrıca Isıl İşlem Görmüş İçme Sütleri Tebliği diye bir tebliğ var ve sütler bu tebliğe uygun olarak ısıl işlemden geçiriliyor. Tabii bir de işin teknolojik boyutu var. Isıl işlem olarak kullanılan pastörizasyon ve UHT teknolojileri, tüm dünyada kullanılan, sağlık otoriteleri tarafından da kabul edilmiş en ileri teknolojiler. Teknolojiye güvenmenin ve kendi faydamıza kullanmanın güzel bir örneği yani süt meselesi.
Ben bu nedenlerle ambalajlı sütleri tercih ediyorum anlayacağınız. Zaten açık süte en başında soru işaretiyle yaklaşırken, şimdi bu araştırmalarımla tamamen uzaklaştım, ambalajlı pastörize ve UHT sütlere güvendim. Eğer hala soru işaretleriniz varsa lütfen konuyu burada bırakmayın ve siz de biraz araştırın.
Bir boomads advertorial içeriğidir.
4 Mart 2020 Çarşamba
Kâmûs-ı Türkî İfâde-i Merâm Osmanlıca Metin -Transkripsiyon
İfÀde-i MerÀm
Lugat
kitÀbı bir lisÀnıñ òızÀnesi óüúmündedir. LisÀn kelimelerden mürekkebdir, ki bu
kelimeler daòi, her lisÀnıñ kendine maòṣÿṣ bir ùaúım
kavÀèide tevfìkan, taṣrìf
ve terkìb idilerek, insanıñ ifÀde-i merÀm itmesine yararlar. İmdi lisÀnıñ
ser-mÀyesi kelimelerle kavÀèid-i ṣarfiyye
ve naóviyyesinden èibÀretdir.
DünyÀda
hiçbir Àdem taṣavvur olunamaz,
ki lisÀnınıñ kÀffe-i lügÀtını bilsin, veya cümlesini óıfôında ùutabilsin; ve
pek az ademler vardır, ki lisÀnlarını tamÀmıyle kÀèideye tevfiúan
söyleyebilsinler. Bu óÀl ise her lisÀnıñ cÀmiè olduàı kelimÀtdan mürÿr-ı
zemÀnla birùaúımını bÀdiye-i nisyÀnda bıraúup àaéib itmesini, ve úavÀèid-i
maòåÿåasına muàayyer ṣÿretde
söylenerek, feṣÀóatden maórÿm
úalmasını, veél-óÀṣıl
geñiş ve faṣìh iken, ùar ve
àalaù bir lisÀn olmasını müntic olur.
LisÀnları
bu inóiùÀùdan viúÀye idecek ancaú edebiyÀtdır; edebiyÀtıñ yaèni üdebÀnıñ bu
bÀbda idecekleri òidmetin ilk òaùvesi ise lisÀnıñ mükemmeliyyetini teşkìl iden
kelimelerini ve feṣÀóatini
mÿcib olan úavÀèidini óüsn-i muóÀfaôa itmekden èibÀretdir. Bu iki şıúúıñ
birincisi lisÀnıñ kÀffe-i lüàÀtını óÀvì mükemmel bir úÀmÿs, ve ikincisi
úavÀèid-i ṣarfiyye ve
naóviyyesini cÀmiè muntaôam bir ṣarf
u naóiv kitÀbı vücÿda getirmekle óÀṣıl
ve mümkin olabilir.
Bunuñ
içündir ki taórìrì ve edebì óÀline geçirilmesi merÀm olunan her bir lisÀnıñ eñ
evvel kelimeleri cemè ile bir luàat, ve úavÀèidi øabù ile bir ṣarf u naóiv
kitÀbları tedvìn idilmek eskiden beri bir úanÿn-ı èumÿmì óükmüne geçüp, óatta
bugün kürre-i arøıñ eñ mehcÿr ùaraflarında sÀkin eñ vaóşì aúvÀmıñ bile
söyledikleri lisÀnları ögrenmek isteyen Avrupalılar ol lisÀnlarıñ luàat ve ṣarf u naóiv
kitÀplarını øabù ve taórìr itmekden işe girişirler.
LuàÀti
ve kavÀèidi maøbÿù olmayan lisÀnıñ hiçbir vaúit elsine-i edebiyyeden èadd
olunmaú iddièÀsına ṣalaóiyyeti
olamaz; zìra bu iki kitÀb edebiyÀtıñ esÀsıdır. BinÀ-yı edebiyÀt ancaú bunlarıñ
üzerine teésìs olunabilir. LisÀnıñ tedennìsine úarşı bir sedd yerini ùutacaú
daòi ancaú bu iki kitÀbdır. Mükemmel bir úÀmÿsı olmayan lisÀn åervet-i
ùabìèiyyesi dimek olan luàaùlerini günden güne àÀéib iderek, kendi
ser-mÀyesiyle bir şey ifÀde idemeyecek derecede ùar olur; ve munùazam bir ṣarf u naóiv
kitÀbı olmayan lisÀn ùoàrı söylenmegi teémìn idemeyüp, gitdikce daha yañlış
söylenir, ve nihÀyet büsbütün àalat bir lisÀn óÀlini alır.
BinÀéen-èaleyh,
lisÀnını faṣìó ve geñiş bir
lisÀn-ı edebì óÀlinde muóÀfaôa, veya bu óÀle taóvìl ve ircÀè itmek isteyen bir
úavm lisÀnınıñ mükemmel bir úÀmÿsunı ve muntaôam bir kavÀèidi-i ṣarfiyye ve
naóviyye kitÀbını idinmege saèy ve àayret itmek iútiøÀ ider.
Bu
óaúìúat cümlece müsellem, ve kaffe-i aúvÀm-ı mütemeddineniñ bu noúùadan
başladıúları maèlÿm oldıàı óÀlde, biz ki, biñ seneden beri taórìrì ve edebì bir
lisÀna malikiz, bu úadar müddet ôarfında lisÀnımızıñ ne kelimÀtını cemè idüp
mükemmel bir úÀmÿs, ne de úavÀèidini bi-óaúúın øabù idüp munùaôam bir ṣarf u naóiv
kitÀbı vücÿda getirmişizdir. Bu ihmÀl ve úuṣÿrumuzuñ
netìcesi olaraú, óadd-i õÀtında òaylì geñiş ve zengìn olan Türkcemiz ekåer
kelimelerini àÀéib idüb, èArabì ve FÀrsìye èarø-ı iftiúÀr itmedikce, bir şey
ifÀde idemiyecek derecede tar, ve kelimeleriniñ aṣl u iştiúÀúı belli olmayacaú ṣÿretde èavÀmıñ
telaffuôuna tabiè àalaù bir liṣÀn
óÀlini almışdır.
Maèlÿmdır
ki: Türkce Asya’nıñ bütün úısm-ı şimÀlisinde tekellüm olunan elsine-i Tÿraniyye
zümresinden olup, el-Àn oralarda pek vÀsièyerlerde söylenmekde oldıàı óÀlde,
bir şuèbesi de àarba toàrı ilerileyerek, Avrupa ile Asya’nıñ birbirine úarşı
uzatdıkları iki büyük ve güzel şibh-i cezìrede yaènì Anatolı ile Rum ilinde
tekellüm olunmaúdadır.
İşte,
Çaàatayca ism-i saúìmine muúÀbil, èOåmÀnlıca nÀmıyla şöhret bulan, ve áarb
Türkcesi nÀmıyla Şarú Türkcesinden tefrìki daha münÀsib olan lisÀnımız
Türkceniñ bu şuèbesidir, ki söylendigi yerleriñ, Asya-yı vüstÀ ve şimÀlìye
nisbeten, teraúúi ve temeddüne olan istièdÀd-ı mevúièi ve ùabìèìsi sÀéikasıyla,
şìve-i telaffuô ve ifÀde cihetince pek çok ôarÀfet ve leùÀfet peydÀ itmiş ise
de, èArabì ve FÀrsìden ve Rumca ve İtalyanca gibi elsine-i ecnebiyyeden aòõ ve
istièÀre itdigi kelimÀt ve taèbìrÀta úarşı, kendi kelimÀtıñdan bir çoàunı terk
ve fevt itmiş, ve bu lisÀnlarıñ şìvesine tebaèiyyetle, şìve-i aṣliyye-i Türkiyyesinden
bir dereceye úadar ayrılmışdır. Maèa-hÀõÀ, Şarú Türkcesiyle áarb Türkcesi
arasındaki farú, ôann olundıàı gibi, İtalyanca ile Latince veya İspanyolca ile
Fransızca arasındaki farú úadar, yaènì bu iki Türkceden her birini digerinden
büsbütün ayrı ve kendi başına bir lisÀn èadd itdirecek derecede olmayup, bu
farú ancaú şimÀlì ile cenÿbì Almanca veya Tosúana İtalyancasıyla Napolitan
İtalyancası yÀòÿd Mısır èArabcasıyla Maàrib èArabcası arasındaki farú
derecesindedir. Ve Şarú Türkcesiyle áarb Türcesi bir tek lisÀndır, ikisi de
Türkcedir.
Óaúìúat
óÀl bu merkezde iken, mebde-i iftirÀú olan zemandan yaènì yedi sekiz úarndan
beri Türkcenin bu iki şuèbesini söyleyenler beyninde her bir irtibÀù ve iòtilÀù
kesilüp, ùarafeyn udebÀsınıñ daòi,
teúarrüb ve ittióÀda bedel, tebÀèüd ve tebÀyüne çalışmaları, ve imlÀ ve ṣÿret-i taórìr ve
ifÀdede her iki ùarafıñ büsbütün ayrı birer ùarìk ve usÿl ittiòÀz idüp,
birbirinden bì-òaber bulunmaları, veél-óÀṣıl,
sekiz yüz senelik ihmÀl ve tesÀmüó ve cehÀlet lisÀnımızıñ bu iki şuèbesini
vehleten birbirinden ayrı iki lisÀn ṣÿretinde
göstermege sebeb olmışdır. Ancaú bu şuèbeleriñ ikisi de bióaúúın tedúìú ve
taèmìú olunup, iètibÀrì ve àayr-ı ùabìèì olan imlÀ farúı daòi ber-ùaraf
idilince, ikisiniñ bir lisÀn oldıàı teôÀhür ider.
Bu
iki şuèbeniñ, mebde-i iftirÀúlarından beri, òÀnàisi ziyÀde tebeddül ve taàayyür
itmiş, ve òÀnàisi óÀl-i aṣliyyesinde
úalmışdır? Burası tedúìú olunduúda, èayÀn görilür, ki Şarú Türkcesi hemÀn eski
óÀlinde åebÀt ve devÀm itmiş; ve bizim áarb Türkcemiz ise úarndan úarna külli
tebeddülÀta uàrayup, nihÀyet şimdiki óÀli kesb itmişdir.
İmdi,
ṣırf bizim ùarafa
èÀéid olan bu tebeddüle teraúúì mi yoúsa tedennì mi diyecegiz? İşte aṣıl meséele
bundadır. Bu suéale virilecek cevÀb ise ne ṣırf
müåbet ve ne de ṣırf
menfìdir. Bu tebeddülde lisÀnımız min
cihetin teraúúì ve min cihetin tedennì itmişdir. Gerek telaffuôda ve gerek ṣÿret-i ifÀdede
kesb itdigi ôerÀfet ve èArabì ve FÀrsì ile elsine-i sÀéireden aldıàı óesÀbsız
kelimelerle úazandıàı vüsèat şübhesiz bir teraúúìdir; lakin elsine-i TÿrÀniyyeniñ
úÀèide-i èumÿmìyye-i esÀsiyyesi olan Àhenge tebaèiyyeti bir dereceye úadar
àÀéib idüp, bu Àhenge aṣla
uymaz kelimeler ve taèbìrler peydÀ itmesi, ve òÀlis Türkce olan biñlerce kelimeleri
köşe-i nisyÀnda buraúup elsine-i sÀéireye èarø-ı iftiúÀrla, èÀdetÀ bir elsine
dürlüsi óÀline geçmesi de elbette bir tedennìdir.
ÒulÀṣaten diyebiliriz
ki: Şarú Türkcesi telaffuôca ve ṣÿret-i
ifÀdece biraz daha úaba, ve bizim áarb Türkcemiz ise çoú daha ôarìfdir; lakin
úÀèideten ve esÀsen Şarú Türkcesi ùoàrı, ve bizimki ise àalaùdır. èArabì ve
FÀrsì ile elsine-i ecnebiyyeden aldıàı kelimÀt ve ıṣùılÀóÀt
sayesinde bizim áarb Türkcemiz daha vÀsiè ise de, ṣırf Türkce
kelimÀt ve taèbìrÀta gelince, Çaàatayca bizimkinden çoú daha zengìndir.
Türkceniñ
bu iki büyük şuèbesini iyice tedúìú ve muúÀyese itdigimizde, şu haúìúÀtlere
vÀúıf oluruz: EvvelÀ, ikisiniñ de úavÀèid-i ṣarfiyye
ve naóviyyeleri esÀsen bir ve müşterek olup, beyinlerindeki farú bunlarıñ ayrı
ayrı iki lisÀn èadd olunmasını mÿcib olacaú derecede degildir; biél-èakis bir
lisÀn olduúlarını iåbÀt içün eñ büyük delìl işbu úavÀèid-i ṣarfiyye ve
naóviyye ittióÀdıdır.
æÀniyen,
imlÀ ve telaffuôca olan farú ber-ùaraf idildikde, her ikisiniñ óÀvì olduúları
kelimeleriñ åülüåÀnından ziyÀdesi ikisi beyninde müşterekdir, ki bu da bir
lisÀn olduúlarını gösterir.
æÀliåen,
Çaàataycada òÀliṣ
Türkce olaraú birçoú kelimeler buluyoruz, ki bu gün İstanbul’da müstaèmel degil
ise de, cümlesi mechÿl daòi olmayup, bir ùÀúımı düne gelinceye úadar
úullanılıyordı; ve eski şuèara ve udebÀmızıñ ÀåÀrında bulunmaàla, lisÀn-ı
edebìmize dÀòildir; birùÀúımı da Anatolı’da el-yevm müstaèmel olup, yalñız bir
mikdÀrları èOåmÀnlılar ùarafından hìç úullanılmıyaraú, Çaàataycaya maòṣÿṣ úalmışdır.
Bunlardan da baèøılarınıñ bizim Türkcede müterÀdifleri oldıàı óÀlde, baèøılarınıñ
muúabilleri olmayup, biz onlarıñ yerine èArabìden, FÀrsìden veya elsine-i
ecnebiyyeden müsteèÀr kelimeler úullanıyoruz. Bunlarıñ ise yabÀncılıàı ve
Çaàataycadakileriñ Türkceliài müsellem oldıàından, bunlara Çaàatayca nÀmını
virmek òaùÀdır; bunlar òÀliṣ
ve ṣÀfì Türkce kelimelerdir,
ki bizce ihmÀl olunup, unuduldıàı óÀlde, şarúdaki hem-cinslerimiz ùarafından,
yaènì Türkceniñ beşiài ve maóall-i aṣlìsi
olan Türkistan’da, óıfô olunmışdır. Bunlarıñ bizce daòi mevúiè-i istièmÀle
úonılaraú, ióyÀsıyla, lisÀnımızıñ bir úÀt daha kesb-i vüsèat ve istiànÀ itmesi
her ṣÀóib-i
óamiyyetiñ Àrzÿ idecegi bir işdir.
RÀbièan,
bizim áarb Türkcemizde şarúdaki hem-cinslerimizin añlamadıúları bir çoú
kelimeler mevcÿddır, ki bunlarıñ ekåeri elsine-i ecnebiyyeden müsteèÀrdır, ve
baèøıları tekellümde müstaèmel luàÀt-ı müvellededendir.
LisÀnımızıñ
bu vechle teşettüt ve teferrüúüne sebeb olan óÀl ise, yuúarıda didigimiz gibi,
mükemmel ve kÀffe-i luàÀtını cÀmiè bir úÀmÿsı ve maøbÿt bir ṣarf u naóvi
olmamasıdır.
Eñ
àarìbi şurası ki: ÓÀvì olduúları kelimeleriñ yüzde sekseni aṣlÀ lisÀnımızda úullanılmayan
ve úullanılmasına da iótiyÀc olmayan luàat kitÀblarına «luàÀt-ı èOåmÀniyye»
nÀmı virilmişdir, de ṣırf
Türkce kelimeleriñ øabù ve tefsìri «maèlÿm-ı ièlÀm» úabìlinden èadd idilerek, lüzÿmsuz
ve fÀéidesiz èadd olunmışdır. Bu fikirde bulunanlara úarşı dinilebilir ki: Her
úavm kendi lisÀnınıñ luàÀtlerini øabù ve tefsìre muótÀc olmaya idi, ṣırf èArabìden
èArabìye müfessir úÀmÿslar, ṣıóÀólar,
luèÀblar, lisÀnüél-èArablar, muóìùüél-muóìùler; FÀrsìden FÀrsìye BurhÀnlar,
Ferhengler; Fransızcadan Faransızcaya Beşereller, Laruslar, Litreler vücÿda
gelmezdi. Her lisÀnıñ eñ mükemmel ve eñ mufaṣṣal
luàat kitÀbı yine o lisÀnda ve o lisÀnla mütekellim olanlar ùarafından øabù ve
tedvìn olundıàı óÀlde, biz neden, bütün èÀlemden müsteåna olaraú, lisÀnımızıñ
bir luàat kitÀbı iótiyÀcından müstaànì olalım?
Lakin,
memleketimizde, èulÿm ve maèÀrif teraúúì ve teèemmüm itdikce, èÀúıbet bu óaúìúat
daòi añlaşılup, lisÀnımızıñ mükemmel bir úÀmÿsuna olan iótiyÀcımız maèÀrifden
bióaúúın behre-dÀr olan evlÀd-ı vaùan ùarafından Àrzÿ olunmaàa başladı. Bir
lisÀnıñ úÀmÿsı o lisÀnda müstaèmel kÀffe-i luàÀtı cÀmiè ve o lisÀnda úullanılmayan
kelimelerden èÀrì olmaú şarùdır. Bu óÀlde, lisÀnımızda müstaèmel ve àayr-ı
müstaèmel olan kelimÀt-ı èArabiyye ve FÀrsiyyeyi cÀmiè olup da aṣıl Türkce
kelimelerden èÀrì luàat kitÀbları lisÀnımızıñ mÀlı olmadıàı gibi, ṣırf Türkce
kelimeleri óÀvì olup da bizce müstaèmel kelimÀt-ı èArabiyye ve FÀrsiyyeyi ve ıṣùılÀóÀt-ı
mütenevvièeyi cÀmiè olmayan kitÀblara da lisÀnımızıñ mükemmel úÀmÿsı naôarıyla
baúılamaz. «EfrÀdı cÀmiè, aàyÀrı mÀniè» taèrìf, her òuṣÿṣda oldıàı gibi,
bu bÀbda daòi düstÿrüél-èamel olmaú iútiøÀ ider. LisÀnımız içün tertìb olunacaú
úÀmÿs bu lisÀnda müstaèmel gerek Türkiyyüél-aṣl ve gerek elsine-i sÀéireden meéòÿõ kelimÀt
ve ıṣùılÀóÀtıñ
cümlesini cÀmiè, ve lisÀnımızda müstaèmel olmayan kelimelerden èÀrì olmalıdır.
Böyle
mükemmel bir úÀmÿsa olan iótiyÀcımız bu günki günde cümlece müsellem, ve
şimdiye úadar lisÀnımızıñ böyle bir kitÀbdan maórÿmiyyeti ne derecelerde bÀdì-i
teéessüf oldıàı maèlÿmdır. Ancaú bunuñ lüzÿmı ne úadar büyük ise, cemè ve
tertìbi de o úadar müşkil ve pek zaómetli bir saèy u iúdÀma muótÀcdır.
èÖmrümüñ
on iki senelik bir úısmını øabù ve istihlÀk iden «ÚÀmÿsuél-èÁlÀm» ıñ òitÀmında,
lisÀnımızıñ mükemmel bir úÀmÿsunı tertìbe saèy itmekligimi òÀhiş-girÀn-ı
maèÀrifden birçoú õevÀt-ı kirÀm şifÀhen ve taórìren iòùÀr itmişlerdir. Her ne
úadar «ÚÀmÿsuél-èÁlÀm»a peyrev olmak üzere, kitÀb-ı meõkÿruñ òitÀmından evvel
«ÚÀmÿs-ı èArabì»ye bedé ve mübÀşeret itmiş idisem de, mükemmel bir «ÚÀmÿs-ı
Türkì»ye olan iótiyÀcımız «ÚÀmÿs-ı èArabì»ye olan iótiyÀcımızdan aúdem ve daha
èumÿmì oldıàundan, «ÚÀmÿs-ı èArabì»ye devÀm itmekle ber-À-ber, bunuñ dahi
tertìbi óaúúındaki ibrÀmÀt-ı vÀúıèaya icÀbet itmegi veôÀéif-i óamiyyetden èadd
itdim.
ÔÀten
böyle bir «ÚÀmÿs-ı Türkì» niñ taórìri eskiden beri menvì-i øÀmìrim oldıàı
óÀlde, tertìbinde taṣavvur
itdigim müşkilÀt cüréetime bir sedd-i mümÀnaèat çekmişidi. Fikr-i èÀcizÀneme
göre, bir ÚÀmÿs-ı Türkì, mükemmel olabilmek içün, Türkiyyéül-èÀṣl olan
kelimeleriñ kÀffesini cÀmiè olmaú iútiøÀ ider: ÓÀlbuki lisÀnımızıñ kelimelerini
cemè ve øabù òuṣÿṣunda şimdiye
úadar pek az himmet olunmuş; ve her úavm ve ümmetde luàaviyyÿnuñ esÀmì ve
terÀcimi mücelledÀt teşkìl itdigi óÀlde, bizde bu èilimle tevaààul itmegi kimse
düşünmeyüp, lisÀnımızıñ kelimÀtı hemÀn àayr-i maøbÿù bir óÀlde úalmış
oldıàundan, böyle bir eåeriñ mükemmelliyyeti mümkin olabilmek içün, Türkcede
muòarrer kÀffe-i ÀåÀrıñ tetebbuèıyla iktifÀ olunmayup, bu lisÀnıñ söylendigi
memÀligin cümlesine ùÿl-ı müddet seyÀóat, ve lisÀnlarını iyi bilen ṣunÿf-ı muòtelife-i
ahÀlì ile ṣoóbet idilerek,
eñ nÀdirlerine varıncaya úadar kÀffe-i luàÀt øabù ve úayd olunmaú iútiøÀ ider.
Bu ise bir Àdemiñ bütün èömrini buña óaṣr
itmesine mütevaúúıf oldıàı óÀlde, yine vehle-i ÿlÀda pek o úadar mükemmel
olamayup, birbirini taèúìb idecek luàaviyyÿnuñ tetÀbuè-ı mesÀèì ve himemÀtiyle
ve mürÿr-ı zemÀnla tekemmül idebilir.
Bu
mülÀóaôÀ bir ÚÀmÿs-ı Türkìniñ tertìbine teşebbüå óuṣÿṣunda niyetime
öteden beri bir sedd-i mümÀnaèat olmaúda iken, bu defèa ibrÀmÀt-ı vÀúıèaya
úarşı ùuramayup, «mÀ-lÀ-yudrek kulluhÿ lÀ-yutrek kulluhÿ» kelÀm-ı óikmet
Àmìzine tebaèiyyetle «kem terekeél evvelü liél Àòiri» feóvÀsınca, bundan ṣoñra lisÀnımızda
èilm-i luàatle iştiàÀl idecek udebÀ-yı istiúbÀl ùarafından úuṣÿr ve neúÀìṣi ikmÀl olunmaú
ümìdiyle, mümkin mertebede ve elden geldigi úadar mükemmel olmaú üzere,
müstaèinen bi-avnihi teèÀlÀ, işbu « ÚÀmÿs-ı Türkì » niñ tertìbine mübÀşeret
itdim.
Bizce
ihmÀl ve ferÀmÿş idilüp, Şarú Türkcesinde müstaèmel bulunan òÀliṣ Türkce
kelimeleriñ ve èaleél-òuṣÿṣ bunlardan
lüzÿmlı ve degerli olanlarınıñ derci, ve bu vecihle bunlarıñ bizim Türkceye
daòi úabÿliyle ióyÀ ve taèmìmleri òuṣÿṣuna òidmet itmek
aòaṣṣ-ı ÀmÀlim iken,
mücerred úavmiyyet ve cinsiyyet muóabbetini taúdìr ve iltizÀmla bunları èArabì
ve FÀrsì taèbìrÀt-ı tumturak-kÀr-Àneye tercìó idecek õevÀtıñ henüz nedreti ve ekåeriyyetiñ
bu fikre muòÀlif bulunması úısmen bu òidmetden kendimi maórÿm bıraúmaàa beni
mecbÿr itmişdir.
Maèa-hÀõÀ,
bu úÀmÿsuñ Türkiyyüél-aṣl
kelimÀtıñ meénÿs ve udebÀ-yı óÀøıra ve sÀlife ùarafından müstaèmel
olanlarılarıyla, kendileri metrÿk olduúları óÀlde, müştaúları müstaèmel bulunan
kelimÀt-ı esÀsiyyeyi ve ióyÀsı elzem olan baèżı metrÿkÀtı ve lisÀnımızda müstaèmel luàÀt ve ıṣùılÀóÀt-ı
èArabìyye ve FÀrsìyye ve ecnebiyyeniñ kÀffesini cÀmiè olmasına elden geldigi
úadar saèy ve àayret olunaraú, ekåer-i luàÀtıñ ne gibi taèbìrÀtda úullanıldıàı,
ve istièmÀlleriniñ lüzÿm veya èadem-i lüzÿmı daòi şeró idilmiş; ve her luàatıñ
maèÀnì-i muòtelifesi işÀrÀt-ı maòṣÿṣa ile ayrılup,
icÀbında miåÀllerle daòi ìøÀó olunmuşdır.
LisÀnımızıñ
cümle-i müşkilÀtından biri daòi èArabìden meéòÿõ kelimÀtıñ dÀéimÀ luàat-ı èArabdaki
maèÀnìyi òıfô itmeyüp, ekåeriyyen farúlı bulunmalarıdır. èArabìde deveye, çöle
ve çadıra müteèalliú muòtelif maèÀnìsinden ṣarf-ı
naôar olunup da, maèÀnì-i aṣliyye-i
èArabiyyesinden yalñız bizce lÀzım olan bir veya ikisini muóÀfaôa idenlere
diyecek yoàısa da, kelimÀt-ı èArabiyyenin bir ùaúımı lisÀnımızda èArabiyyede aṣla óÀéiz
olmadıúları bir maènÀ ile úullanılıyor, veyÀòud èArabìde hìç mesmÿèolmayan bir
bÀbdan taṣrìf olunuyor. MeåelÀ
«iósÀs, iótisÀs, istimzÀc, müdrir» gibi kelimeler bu úabìldendir. İmdi lafôen
veya maènen èArabì olmayan ve hìç bir úamÿs-ı èArabìde bulunmayan bu kelimelere
«kelimÀt-ı èArabiyye» nÀmını virebilecek miyiz? Baèøı õevÀt böylelerine « luàÀt-ı
müvellede » nÀmını virmek istiyorlar: Lakin maèlÿmdır, ki luàat-ı müvellede
mensÿb bulundıàı lisÀnla mütekellim olan òalú beyninde tevellüd ve taóaṣṣül idene dinir:
Yoúsa o lisÀnıñ yabancıları ùarafından ìcÀd olunanlarına «àalaù» dan başúa hìç bir
ṣıfat yaúışamaz. Biz
Türkce luàÀt-ı müvellede teşkìl idebiliriz; lakin luàÀt-ı èArabiyye tevlìdine
hiç bir óaú ve ṣalÀóiyyetimiz
yoúdır. BinÀen-èaleyh, fikr-i èÀcìzÀneme úalırsa, bu gibi luàatleriñ
beyneél-èavÀm müstaèmel olanlarına àalaù ùarìúiyle èArabìden meéòÿõ luàÀt-ı Türkiyye
naôarıyla bakmalıyız; mücerred lisÀn-ı fennì ve edebìye münóaṣır bulunanlarını
ise taṣóìó veya tebdìl
idüp, àalaù úullanmamalıyız. Bunuñ içün, bu úÀmÿsda bu gibileriñ õikr ve
tefsìri ṣırasında o
vecihle ìøÀóÀt virilüp, taṣóìó
ve tebdìlleri ṣÿreti daòi iòùÀr
olunmuşdır.
ErbÀbınıñ
maèlÿmıdır ki bu úabìlden kitÀblarda mündericÀtıñ keåret ve vüsèati kÀfì
olmayup, óüsn-i tertìb ve uṣÿl-ı
mütteòaõõeniñ daòi ehemmiyyeti pek büyükdir. MeåelÀ èArabìde FìrÿzÀbÀdì’niñ
úÀmÿsı ve bunuñ şerói olan «TÀcüél-èArÿs» ile «LisÀnüél-èArab» ve ṣırf Türkce kelimeler
içün Vefìú Paşa meróÿmuñ «Lehce-i èOåmÀnì» si èilm-i luàatde ehemmiyyetden
sÀúıù kitÀblar degildir; lakin bunlar kÀffe-i aṣóÀb-ı mürÀcaèatıñ degil, belki yalñız luàat
tertìb itmek isteyen luàaviyyÿnuñ işine yarayabilecek bir uṣÿl ve
tertìbdedir. Luàatler úolay bulunabilecek bir tertìbde ṣıralanmış
olmadıúdan başúa, maènÀları daòi birbirlerinden ayrılmayup, ve lÀyıúı vechle tefsìr
ve miåÀllerle ìøÀó olunmayup, úarma úarışıú ve hepsi birden atılmışdır. Bundan
ise ancaú erbÀb-ı iòtiṣÀṣ-ı kemÀl zaómetle
ve nice müşkilÀtla istifÀde idebilir. Bundan mÀ-èadÀ, lisÀnımızıñ Türkiyyüél-èaṣl olan kelimÀtını cÀmiè olup da èArabì ve FÀrsìden
meéòÿõ luàÀt ve ıṣùılÀóÀt-ı
müstaèmele ve meènÿseyi óÀvì olmayan bir luàat kitÀbı meåelÀ İngilizceniñ
Fransızcadan müsteèÀr kelimÀtını yaènì bu lisÀnıñ heman nıṣf-ı luàÀtini
óÀvì olmayan bir luàat kitÀbına beñzer, ki böyle bir kitÀb tertìbini hìç bir
İngiliz taṣavvur bile
itmemişdir. « ÚÀmÿs-ı Türkì » ne lisÀnımızıñ mütemmimÀtından olan bu gibi
kelimÀt ve ıṣùılÀóÀtdan
maórÿm olmalı, ne de «LuàÀt-ı èOåmÀniyye» nÀmıyla neşr olunan nice cesìm
kitÀblarımız gibi, Türkcede değil, èArabì ve FÀrsìde bile istièmÀlleri ender
olan àaraéib-i luàÀt-ı èArabiyye ve FÀrsiyye ile memlÿ bulunmalıdır.
Bizce
müstaèmel luàÀt-ı èArabiyye ve FÀrsiyyeyi cÀmiè oldıàı óÀlde, bu kitÀbıñ «
ÚÀmÿs-ı Türkì » nÀmıyla tesmiyesine belki iètirÀø bulunur; lakin lisÀnımız lisÀn-ı
Türkìdir, bu lisÀna maòṣÿṣ luàat kitÀbına
daòi başúa isim düşünmek èabeådir. LisÀnımızda müstaèmel kelimeleriñ cümlesi
de, her òanài lisÀndan meéòÿõ olursa olsun, óaúìúaten müstaèmel ve maèlÿm olmaú
şarùıyla, Türkceden maèdÿddır.
LisÀnımıza
maòṣÿṣ olaraú elsine-i
muòtelifeye mütercem ne úadar luàat kitÀbları var ise, cümlesine mürÀcaèat
olundıàı óÀlde, içlerinde lisÀnımızıñ óÀl-i óÀøırına ve iótiyÀc-ı óaúìúìsine en
ziyÀde muvÀfıú ve bi-óaúúın Türkceniñ luàat kitÀbı dinmege şÀyÀn bundan on yedi
sene evvel Türkceden Fransızcaya olaraú èÀcizÀne tertìb itdigim luàat kitÀbını
buldıàımı da, maúÀm-ı tefaòòürde olmayaraú, iètirÀfa mecbÿrum.
Yine
tekrÀr iderim ki: LisÀnımızıñ kelimÀt-ı aṣliyyesi
henüz tamÀmıyle øabù olunmadıàı gibi, bizce müstaèmel luàÀt-ı èArabìye ve
FÀrsìye daòi lÀyıúıyla teèayyün itmediginden, vesÀéir böyle müşkilÀtdan ùolayı,
şimdilik her cihetce mükemmel bir ÚÀmÿṣ-ı
Türkì
tertìbi pek müteèassir olmaàla, meydÀna úoydıàım bu eåeriñ daòi o derecede
mükemmeliyyetini iddièÀ idemem; lakin her óÀlde lisÀnımız içün diger luàat kitÀblarına
iótiyÀc bıraúmayacaú bir óÀl ve ṣÿretde
olmasına fevúaél-èÀde saèy ve àayret olundıàından, aòlÀf ùarafından ikmÀli
mümkin olabilecek bir esÀs yerini ùutabilecegi, ve lisÀnımızıñ taódìd ve
taèyìnine ve taṣóìó-i
àalaùÀtına daòi òidmet idecegi meémÿl-ı úavìmdir. Hele bu gibi mürÀcaèat
kitÀblarında aranılacaú kelimeniñ úolaylıúla bulunup, maènÀsınıñ suhÿletle
taèyìni içün elzem ve lÀ-büdd olan úÀèide ve uṣÿle rièÀyet òuṣÿṣunda,
yirmi seneden beri luàat kitÀbları tertìbiyle tevaààulüm ve bu vechle fenn-i
luàate iòtiṣÀṣım yardımıyla,
bu eåeriñ úuṣÿrsuz oldıàını
iddièÀ idebilirim. Bizde mütedÀvil luàat kitÀblarınıñ çoàunda óurÿf-ı hecÀ tertìbine
lÀyıúıyla ve tamÀmıyle rièÀyet olunmadıúdan başúa, ekåeriyen kelimeler ilk
óarfleriniñ óarekesine göre ṣıralanup,
meåelÀ hemze-i meftÿóa ile başlayanlar ayrı ve hemze-i meksÿre ile bedé idenler
ayrı dizilmiş, ve ke-õÀlik kÀf-ı FÀrsì kÀf-ı èArabìden ayrılmışdır; óÀlbuki
óarekeler òaùùımızda yazılmadıàı gibi, kÀfıñ muòtelif telaffuôları daòi her
vaúit işÀretle tefrìú olunmadıàından, ve insÀn maènÀsını bilmedigi kelimeniñ
biéù-ùabiè óarekÀtını daòi bilemeyeceginden, nerede arayacaàını şaşırup,
istifÀde idememesi ùabìèìdir. MaènÀları daòi ke-õÀlik birbirinden hìç bir
işÀretle ayrılmaúsızın úarma úarışıú úonılup, òangileri müterÀdif ve òangileri
muòtelif meèÀnìden oldıàı farú olunamaz.
İşbu
«ÚÀmÿs-ı Türkì» de luàÀtıñ ilk óarflerinden ṣon
óarflerine varıncaya úadar óurÿf-ı hecÀ tertìbine rièÀyet olundıàı óÀlde,
óarekelere ve mevhÿm işÀrÀta rièÀyet olunmamışdır; ve maèa-hÀõÀ luàatların
óarekÀt ve işÀrÀt-ı lÀzıma ile telaffuôları taèyìn olunup, ṣÿret-i
úırÀéitlerinde şübhe ve tereddüde maóal bıraàılmamışdır. èArabì ve FÀrsìden
meéòÿõ olan kelimeler tefrìú olundıàı gibi, her luàatıñ aúsÀm-ı kelimeniñ
òangisinden oldıàı daòi maúùaèÀt-ı maòṣÿṣa ile
gösterilmiş; ve gerek aṣıl Türkce gerek
èArabì ve FÀrsì kelimeleriñ ṣÿret-i
iştiúÀúı veya terkìbi şeró olunmuşdır. MeèÀnì-i muòtelife keåret-i
istièmÀllerine göre raúamlarla ṣıralanup,
èayn-ı maènÀyı tercüme ve ifÀde iden kelimeler fÀṣıla ( ,) ile, miåÀlleri (:) noútaùeyn ile
ayrılmışdır. IṣùılÀóÀt-ı
èilmiyye ve fenniyye ile luàatıñ maènÀsını degişdiren taèbìrÀt-ı maòṣÿṣa || işÀretiyle
ayrıldıàı gibi, luàatıñ cinsi degişdiginde yaènì aúsÀm-ı kelimeniñ birinden
digerine intiúÀli, meåelÀ isim iken ṣıfat
olması, óÀlinde daòi = , ve kelime veyÀòÿd taèbìr ile maènÀsı arasında "
işÀreti vażè olunmışdır.
Esma
ve meṣÀdir-i
èArabiyyeden elif-i memdÿde ile òitÀm bulanlardan lisÀnımızda Àòirlerindeki (ء) isúÀt olunup, meåelÀ (şuèarÀé) yerine (şuèarÀ) úullanılırsa da, maóżÀ
esÀsen hemzeniñ mevcÿd oldıàı bilinmek, ve meåelÀ iżÀfet óÀlinde (şuèarÀ-yı èArab) dinilecek yerde, hemzeniñ
iôhÀrıyla (şuèarÀ-i èArab) dimek daha faṣìó olacaàından, oña göre
úullanılmaú içün, bu hemzeler yazılmışdır.
TÀ-i teénìåle òitÀm bulan esmÀ-i èArabiyye èArabìde
dÀéimÀ yuvarlaú te (ة) ile yazılırsa da, Türkcede baèżıları he (ﻩ) ve baèżıları uzun te (ﺖ) ile úullanıldıàından, işbu úÀmÿsda bu ülfete
rièÀyet olunmuşdır. BinÀları teèaddì içün olan meṣÀdir-i èArabiyye «olmaú, olunmaú, idilmek» gibi efèÀl-i ièÀne-i
Türkiyye ile terekküblerinde lÀzım ve muùÀvaèat binÀsına intiúÀl itdiklerinden,
baèżı yeni luàat nüvìslerimiz bunları meåelÀ « ifhÀm = añlatmaú, añladılmaú »
gibi her iki maènÀ ile tercüme itmegi èÀdet itmişlerse de, bu farú ṣırf Türkce fièl-i ièÀneden gelüp, maṣdar-ı èArabìniñ óadd-i õÀtında maènÀsı ne ise
yine o, yaènì meåelÀ «keser = úırma» ve «inkisÀr = úırılma» oldıàından, biz bu úÀéide-i
esÀsiyyeye rièÀyet idüp, nÀfile yere taùvìl-i meúÀl ve teşvìş-i eõhÀndan
tevakkì eyledik.
Esma-i
èArabiyyeniñ Türkcede müstaèmel olan cemè-i mükesserlerini ṣıralarında derc itdikse de, meèÀnì ve tafṣìlÀtını müfredleri mÀddelerine taèlìú idüp,
yalñız ayrıca meèÀnì-i maòṣÿṣaya gelenleri ve
müfredsiz úullanılanları kendi ṣıralarında beyÀn idiyoruz, lisÀnımızda
müstaèmel olan FÀrsì ve èArabì teåniyeleri ve ṣıfatlarıñ
müéenneålerini daòi müfred ve müõekkerleri ṣırasında õikr
idiyoruz.
IṣùılÀóÀt-ı fenniyyeye gelince: Maèlÿmdır ki her
fenniñ ıṣùılÀóÀt-ı maòṣÿṣasını cÀmiè ayrıca cesìm ve baèżen mücellidÀtdan
mürekkeb úÀmÿs-ı òuṣÿṣìsi vardır. Bu óÀlde
kÀffe-i fünÿnuñ ıṣùılÀóÀtını bu kitÀba cemè itmek muóÀldir.
Ancak her bir fenniñ ıṣùılÀóÀtından bir ùÀúımı èumÿmca maèlÿm ve
müstaèmel, ve bir ùÀúımları da yalñız o fenniñ müntesibìn ve müteòaṣṣıṣìnine maòṣÿṣ ve münóaṣırdır. Birinci şıúdan olan ıṣùılÀóÀt bu kitÀba derc olunup, ikinci şıúdan
olanlarından biéù-ùabiè ṣarf-ı naôar olunmışdır.
El-óÀṣıl, lisÀnımızıñ şimdiki óÀline göre, ve bu
günki günde mümkin olabilecek derecede, mükemmel bir luàat kitÀbı olmasına saèy
ve àayret olunmışdır.
Neşri
òuṣÿṣuna gelince: bunı daòi
«ÚÀmÿs-ı èArabì» gibi kendi óesÀbıma çıúarmaàa úarÀr virerek, o ṣÿretle ièlÀn itdikden, ve bir iki cüzéini tabè
itdirdikden ṣoñra, zamÀnımızda neşriyÀt-ı nÀfièa ile teraúúì
ve teèammüm-i maèÀrife ciddi òidmetler ìfÀsına muvaffaúiyyeti cümleniñ maèlÿmı
olan «İúdÀm» gazetesi ṣÀóibi Cevdet Beg Efendi bu kitÀbıñ daòi
neşrini der-èuhde itmege ùÀlib olmaàla, õÀten muóarrirlikle nÀşirligi cemè
itmek biri maènevì ve digeri mÀddì iki aàır yüküñ altına girmek oldıàını
bildigim óÀlde, bu külfete nÀ-çÀr úatlanmış oldıàımdan, ve müşÀrü’n-ileyhiñ
bunı daòi sürèat ve intiôÀm ve mükemmeliyyet-i maùlÿba ile neşre muvaffaú
olacaàını òidemÀt-ı sÀbıúası delÀletiyle bildigimden, aleél-óuṣÿṣ memleketimizde
ùÀúat-ı fersÀ olan neşri àÀéilesinden úurtulmaú, ve hem de devÀm-ı neşriyle
ikmÀlini taót-ı teémìnde bulundırmaú mülÀóaôasıyla, teklìf-i vÀkıèını hemÀn
úabÿl ile, neşri vaôìfesini kendilerine terk eyledim.
Eren Köy 20 RamażÀn 1317
Ş. SÀmì
5 Ekim 2019 Cumartesi
Kamus-ı Türki İfade-i Meram Mukaddime Türkçeye Aktarım
ÖNSÖZ
(Maksadın
İfadesi)
Sözlük,
bir dilin hazinesi hükmündedir. Dil, kelimelerin birleşmesiyle meydana gelmiş
olup bu kelimeler de her dilin kendine özgü birtakım kurallarına uygun olarak çekimlenip
birleştirilerek insanın niyetini ve isteğini ifade etmesini sağlarlar.
Dünyada,
dilinin bütün kelimelerini bilen veya hafızasında tutan insan hayal edilemeyeceği
gibi dilini, tamamıyla kurallara uygun şekilde konuşan insan sayısı da çok
azdır. Bu durum, her dilin, sahip olduğu kelimelerden bazılarını geçen zaman
içinde unutulmuşluk çölünde bırakarak kaybetmesine, kendine has kurallarının
değiştirilerek konuşulmasına, düzgün ve doğru kullanılmaktan mahrum kalmasına, geniş
ve anlaşılır bir dil iken dar ve kusurlu bir dile haline gelmesine neden olur.
Dilleri
bu gerilemeden ancak edebiyat korur; edebiyatın yani edebiyatçıların bu konuda
yapacakları hizmetin ilk adımı, dilin mükemmel olmasını sağlayan sözcüklerini
ve doğru konuşulmasına vesile olan kurallarını muhafaza altına almaktan
ibarettir. Bu iki seçeneğin birincisi, dilin tüm kelimelerini kapsayan
mükemmel bir sözlük, ikincisi, cümle ve şekil bilgisine ait kuralları toplayan
bir dil bilgisi kitabı hazırlamakla mümkün olabilir.
Bunun
içindir ki; her dilin, yazıya ve edebiyata uygun hale getirilmesi için öncelikle
kelimelerinin toplandığı bir sözlük ve kurallarının koruma altına alındığı bir
dil bilgisi kitabı oluşturulması eskiden beri genel bir kanun hükmünde olup, Avrupalılar,
dünyanın en ücra yerlerinde yaşayan, medeniyetten uzak kavimlerin dahi dillerini
öğrenmek için o dillerin, sözlük ve dil bilgisi kitaplarını yazmakla işe
başlarlar.
Kelimeleri
ve kuralları tespit edilip kayıt altına alınmamış bir lisan, hiçbir zaman edebi
diller arasında sayılma iddiasında olamaz. Çünkü, bu iki kitap edebiyatın
temelini oluşturur. Edebiyat binası ancak bu iki kitap üzerine kurulabilir,
lisanın gerilemesine karşı bu iki kitap set görevi görecektir. Kusursuz bir
sözlüğe sahip olmayan bir dil, doğal zenginliği olan sözcüklerini günden güne
kaybederek, kendi kelime varlığı ile bir şey ifade edemeyecek derecede daralır.
Düzgün bir dilbilgisi kitabına sahip olmayan dil, doğru konuşmayı sağlayamaz,
gittikçe daha yanlış konuşulur ve sonunda tamamen kusurlu bir dil halini alır.
Bundan
dolayı, dilini, geniş ve anlaşılır bir edebiyat dili haline çevirmek ve bu
şekilde muhafaza etmek isteyen bir ulusun, dilinin kusursuz bir sözlüğünü ve
dil bilgisi kitabını edinmeye çalışması ve bunun için gayret göstermesi gerekir.
Bu
gerçek herkes tarafından kabul edildiği ve tüm medeni ülkelerin bu noktadan
başladıkları bilindiği halde, bin seneden beri yazılı ve edebi dile sahip olan
biz Türkler, bu süre zarfında ne dilimizin kelimelerini toplayıp kusursuz bir
sözlük ne de kurallarını hakkıyla koruma
altına alan düzgün bir dil bilgisi kitabı yapmışız. Bu kusurumuz ve ihmalimizin
sonucu olarak, aslında oldukça geniş ve zengin bir dil olan Türkçe'miz, birçok
kelimesini kaybedip bir şey ifade edemeyecek derecede daralmış, kelimelerinin
kökeni ve hangi kökten türetildiği belli olmayacak şekilde halkın söyleyişine
tabi olan hatalı bir dil halini almıştır.
Türkçenin,
Asya'nın kuzey kısmında konuşulan Turan dilleri ailesine ait olduğu, halen o
geniş coğrafyada konuşulduğu, Türkçenin bir kolunun da batıya doğru
yayıldığı, Avrupa ve Asya'yı birbirine
bağlayan büyük ve güzel iki yarımada olan Anadolu ve Rumeli’de konuşulduğu
bilinmektedir.
İşte,
Çağatayca yanlış ismine karşılık, Osmanlıca diye bilinen ve Batı Türkçesi
adıyla Doğu Türkçesinden ayrılması daha uygun olan Türkçe'miz, Kuzey ve Orta
Asya’ya oranla, konuşulduğu yerlerin ilerlemeye ve medenileşmeye uygun doğası
ve konumu sebebiyle, söyleyiş ve ifadede pek çok incelik ve güzellik kazanmış
olsa da Arapça ve Farsçadan, Rumca ve İtalyanca gibi yabancı dillerden aldığı
kelimeler ve söz öbeklerine karşı, kendi kelimelerinden birçoğunu kullanmayı
bırakmış ve kaybetmiş, bu lisanların ifade biçimine uyarak asıl söyleniş
biçiminden bir dereceye kadar uzaklaşmıştır. Bununla birlikte, Doğu Türkçesi
ile Batı Türkçesi arasındaki fark sanıldığı gibi İtalyanca ile Latince veya
İspanyolca ile Fransızca arasındaki fark kadar, yani iki Türkçeden her birini
diğerinden ayrı ve kendi başına bir dil kabul ettirecek derecede değildir. Bu
fark, ancak Kuzey Almancası ile Güney Almancası veya Toskana İtalyancası ile
Napolitan İtalyancası ya da Mısır Arapçası ile Mağrip Arapçası arasındaki fark kadardır
ve Doğu Türkçesi ile Batı Türkçesi tek dildir, ikisi de Türkçedir.
Böyle
olduğu halde, ayrılıklarının başlangıcından yani 7-8 asırdan beri Türkçenin bu
iki kolunu konuşanlar arasında bağlantı ve ilişki kesilip, iki taraf
edebiyatçılarının dahi yaklaşmak ve birleşmek yerine uzaklaşmaya çalışmaları,
imla, yazı ve ifadede her iki tarafın ayrı yol ve yöntem kullanarak
birbirlerinden büsbütün habersiz olmaları, kısacası sekiz yüz yıllık ihmal,
kayıtsızlık ve cahillik, dilimizin bu iki kolunun, ilk anda iki ayrı dil
şeklinde görünmesine neden olmuştur. Bu şubelerin ikisi de tam anlamıyla
incelenip araştırıldığında, gerçekte öyle olmadığı halde öyleymiş gibi kabul edilen
ve doğal olmayan imla farkı ortadan kaldırılınca ikisinin de aynı dil olduğu
ortaya çıkar.
Bu
iki şubeden hangisi ayrıldıkları zamandan beri daha fazla değişmiş ve hangisi
gerçek halinde kalmıştır? Burası incelendiğinde açıkça görülür ki; Doğu
Türkçesi eski halinde kalmış, Batı Türkçemiz ise asırdan asra birçok değişime
uğrayarak sonunda şimdiki halini almıştır.
O
halde; sırf bizim tarafa ait olan bu değişime ilerleme mi yoksa gerileme mi
diyeceğiz, asıl mesele budur. Bu soruya verilecek cevap ne tam olarak olumlu ne
de tam olarak olumsuzdur. Bu değişimde dilimiz bir taraftan ilerlemiş, bir
taraftan gerilemiştir. Gerek söyleyişte gerekse ifade tarzında kazandığı
incelik, Arapça, Farsça ve diğer dillerden aldığı sayısız sözcükle kazanmış
olduğu genişlik şüphesiz bir ilerlemedir. Ancak Turan ailesine mensup dillerin
temel kuralı olan ünlü uyumunu bir dereceye kadar kaybederek bu kurala hiç uymayan kelimeler ve söz
öbekleri edinmesi, saf Türkçe olan binlerce kelimeyi unutma köşesinde bırakarak
diğer dillere muhtaç olması ile adeta bir “dil türlüsü” haline gelmesi de bir
gerilemedir.
Kısaca
Doğu Türkçesi konuşma ve ifadede biraz daha kaba, bizim Batı Türkçemiz ise çok daha
incedir diyebiliriz. Fakat kural ve esas olarak Doğu Türkçesi doğru, bizimki
ise yanlıştır. Arapça ve Farsça ile yabancı dillerden aldığı kelimeler ve terimler
sayesinde bizim Batı Türkçemiz daha genişse de sadece Türkçe kelime ve söz
öbekleri karşılaştırıldığında Çağatayca çok daha zengindir.
Türkçenin
bu iki kolunu en ince ayrıntısına kadar incelediğimizde şu gerçeklerden
haberdar oluruz:
İlk
olarak, ikisinin de şekil bilgisi ve cümle bilgisine ait kuralları esas olarak
aynı olup aralarındaki fark, bunların ayrı ayrı iki dil kabul edilmesine neden
olacak derecede değildir.
İkinci
olarak, imla ve söyleyiş tarzındaki fark ortadan kaldırıldığında içerdikleri
kelimelerin, üçte ikisinden fazlası ikisi arasında ortaktır ki bu da aynı dil
olduklarını gösterir.
Üçüncü
olarak, Çağataycada birçok saf Türkçe kelime buluyoruz. İstanbul’da, bugün bu
kelimeler kullanılmasa da bunların hepsi bilinmeyen kelimeler olmayıp bazıları
yakın zamana kadar kullanılıyordu. Bu kelimelerin bir kısmı, eski şairlerimiz
ve edebiyatçılarımızın eserlerinde bulundukları için edebi dilimize aittir, bir
kısmı da bugün Anadolu’da halen kullanılmakta olup sadece bazıları Osmanlılar
tarafından hiç kullanılmayarak Çağataycaya özgü kalmıştır. Bunlardan
bazılarının Türkçede eş anlamlıları olduğu halde, biz, onların yerine Arapça ve
Farsçadan veya yabancı dillerden ödünç aldığımız kelimeleri kullanıyoruz.
Bunların yabancılığı, Çağataycadakilerin Türkçeliği ispatlanmış olduğundan,
bunlara Çağatayca demek yanlış olur. Bunlar saf ve arı Türkçe kelimelerdir ki
bizde ihmal edilip unutulduğu halde Doğu'daki hemcinslerimiz tarafından, yani
Türkçenin ortaya çıkmasına beşiklik eden ve ana yurdu olan Türkistan’da korunmuştur.
Bu kelimelerin, bizde de kullanım yerlerine konularak canlandırılmasıyla
dilimizin bir kat daha genişlik kazanması ve başka dillere muhtaç olmayacak
duruma gelmesi, milli şeref ve haysiyet sahibi olan herkesin arzu edeceği bir
şeydir.
Dördüncü
olarak, bizim Batı Türkçe'mizde, Doğudaki hemcinslerimizin anlamadıkları pek çok
kelime vardır, bunların çoğu yabancı dillerden ödünç alınmış olup bazıları da
konuşmada kullanılan uydurulmuş kelimelerdir.
Yukarıda
da söylediğimiz gibi, dilimizin tüm kelimelerini toplayan mükemmel bir sözlük
ve kurallarını tespit edip kayıt altına alan dil bilgisi kitabının olmaması, dilimizin
birçok kısma ayrılmasına ve farklılaşmasına neden olmuştur.
En
garibi şurası ki; içermiş olduğu kelimelerin yüzde sekseni dilimizde asla
kullanılmayan ve kullanılmasına da ihtiyaç duyulmayan sözlüklere “Osmanlıca
Sözlük” ismi verilmiş, saf Türkçe kelimelerin tespiti ve bu kelimelerin
açıklanması ise “bilinen bir şeyi tekrarlama” şeklinde kabul edilerek gereksiz
ve faydasız kabul edilmiştir. Bu fikre sahip olanlara: Aynı dile sahip olan
topluluklar, kendi dillerinin kelimelerini koruyup, anlamını açıklamaya mecbur
olmasaydı, Arapçadan Arapçaya tefsir edilmiş sözlükler, Sıhah’lar,
Lu’abler, Lisanü’l-Araplar,
Muhitü’l-Muhitler, Farsçadan Farsçaya Burhan’lar, Ferheng’ler, Fransızcadan
Faransızcaya Becerelle’ler, Lourese’ler, Littre’ler meydana gelmezdi, diyebiliriz.
Her dilin, en ayrıntılı ve kusursuz sözlüğü, yine o dilde ve o dili konuşanlar
tarafından hazırlandığı halde, biz, neden bütün alemden farklı olarak dilimizin
sözlük ihtiyacına kayıtsız kalalım?
Ancak,
sonunda bu gerçek anlaşılıp dilimizin kusursuz bir sözlüğe olan ihtiyacı fark
edilmiş, ülkemizde eğitim ilimleri ilerlemeye ve yaygınlaşmaya başladıkça iyi
eğitim almış vatan evlatları, dilimizin bu ihtiyacını karşılamayı arzu etmeye
başlamışlardır. Bir dilin sözlüğü, o dilde kullanılan kelimelerin tümünü bir
araya getirmeli ve o dilde kullanılmayan kelimelerden arındırılmış olmalıdır. O
halde, dilimizde kullanılmakta olan ve kullanılmayan Arapça ve Farsça
kelimeleri bir araya getirip hakiki Türkçe kelimelere yer vermeyen sözlükler
dilimizin malı olmadığı gibi sadece Türkçe kelimeleri içeren, bizim
tarafımızdan kullanılan Arapça ve Farsça kelimeler ile çeşitli terimleri
içermeyen kitaplara da dilimizin kusursuz sözlüğü gözüyle bakılamaz. “Aynı
özelliği taşıyanların hepsini içine alan, taşımayanları dışarıda bırakan” tarifi
her konuda olduğu gibi bu konuda da kanun ve kurallara uygun şekilde hareket
edilmesini gerektirir. Dilimiz için hazırlanacak olan sözlük, aslen Türkçe olan
kelimeleri içerdiği gibi diğer dillerden alınmış kelimeler ve terimleri de bir
araya getirmeli ve dilimizde kullanılmayan kelimelerden arındırılmış olmalıdır.
Bugün,
böyle kusursuz bir sözlüğe olan ihtiyacımız herkesçe kabul edilmektedir ve
dilimizin şimdiye kadar böyle bir kitabtan mahrum kalmasının ne derece üzüntü
verici olduğu ortadadır. Ancak buna duyulan ihtiyaç ne kadar fazla ise bir
araya getirilmesi ve hazırlanması da bir o kadar zordur ve bunun için zahmetli bir çalışma ve
çaba gerekir.
Ömrümün
on iki senelik bir kısmını kapsayan Kamusu’l-Alam’ı bitirdiğimde, eğitim
isteklisi saygıdeğer kişiler, dilimizin eksiksiz bir sözlüğünü hazırlama
isteğimi, sözlü ve yazılı olarak hatırlatmışlardır. Her ne kadar
Kamusu’l-Alam’a devam olarak, sözü edilen kitabın bitiminden önce Kamus-ı Arabi’ye
(Arapça Sözlük) başlamış olsam da, olabildiğince eksiksiz hazırlanmış bir Kamus-ı
Türki’ye olan ihtiyacımızın Kamus-ı Arabi’ye olan ihtiyacımızdan daha genel ve
önemli bir ihtiyaç olmasından dolayı, Kamus-ı Arabi’ye devam etmeme rağmen geri
çevrilmesi mümkün olmayan ısrarlara uymayı milli görev saydım.
Zaten
böyle bir “Kamus-ı Türki”nin yazılması eskiden beri benim amacım olduğu halde
düzenleme hususunda yaşayacağımı tahmin ettiğim zorluklar, cesaretime engel
olmuştu. Naçizane fikrimce, Türkçe bir
sözlüğün eksiksiz olabilmesi için aslen Türkçe olan kelimelerin tümünü
kapsaması gerekir. Halbuki, dilimizin kelimelerini toplama ve tespit ederek kayıt
altına alma hususunda, şimdiye kadar çok az çalışma yapılmıştır ve her kavim ve
toplumda sözlükçülerin isimleri ve tercümeleri, ciltli kitaplar halinde olduğu
halde, bizde, bu ilimle meşgul olmayı kimse düşünmeyip dilimizin kelimeleri
koruma altına alınmadığından, böyle bir eserin mükemmel olabilmesi için Türkçede
yazılmış bütün eserlerin etraflıca araştırılıp örnek alınmasıyla yetinilmeyerek
bu lisanın konuşulduğu memleketlerin hepsine uzun süren seyahatler yapılması,
dillerini iyi bilen çeşitli halk sınıfları ile konuşularak en nadir kullanılanlarına
varıncaya kadar tüm kelimelerin tespit edilmesi ve kayıt altına alınması
gerekir. Bu ise bir insanın tüm ömrünü buna sarf etmesine bağlı olup ilk anda o
kadar kusursuz olmasa da birbirini takip edecek sözlükçülerin gayretleri ve çalışmaları
ile zaman içinde olgunlaşıp mükemmel hale gelebilir.
Bu
düşünce, Türkçe bir sözlük düzenlemeye teşebbüs etmeme önceden beri engel olmakta
iken bu kez, ortaya çıkan ısrarlara karşı duramayarak “hepsi anlaşılmıyor diye
bütünü terk edilmez” kutsal sözüne uygun olarak “öncekiler sonrakilere ne
bıraktı ki” sözü gereğince bundan sonra sözlük bilimi ile meşgul olacak
geleceğin edebiyatçıları tarafından eksik ve kusurlarının tamamlanması
ümidiyle, elden geldiğince mükemmel olacak şekilde, Allah'ın izniyle ve
yardımıyla Kamus-ı Türki’yi düzenlemeye
başladım.
Bizde,
ihmal edilip unutulan ve Şark Türkçesinde kullanılmakta olan saf Türkçe
kelimelerin, özellikle; bunlardan gerekli ve değerli olanların bir araya
getirilmesine, bu vesile ile bizim Türkçeye dahil edilerek yeniden
canlandırılmasına ve genelin kullanımına sunulmasına hizmet etmek başlıca emelim iken soyut bir düşünce olan
aynı kavme ve cinse ait olma fikrini takdir edip gerekli gören ve bunları,
gösterişli Arapça ve Farsça söyleyişlere tercih edecek kişilerin, henüz az
sayıda olması ve çoğunluğun bu fikre muhalif olması, bu hizmetten kendimi
kısmen mahrum bırakmama neden olmuştur.
Bununla
birlikte, bu sözlüğün, aslen Türkçe olan kelimelerin alışılmış olanları, önceki
ve şimdiki edebiyatçılar tarafından kullanılanları, kendileri kullanılmayan
ancak türevleri kullanılan esas Türkçe kelimeler ile terk edildiği için
kullanılmayan ancak yeniden canlandırılması gerekli olan kelimeler ile
dilimizde kullanılan Arapça, Farsça ve diğer yabancı dillere ait kelime ve
terimlerin tümünü kapsamasına elden geldiğince gayret edilmiş ve bunun için
çalışılmıştır. Sözlükte yer alan kelimelerin çoğunun, ne gibi söz öbeklerinde
kullanıldığı, kullanımlarının gerekli ve gereksiz olduğu yerler ile her
kelimenin sahip olduğu çeşitli anlamlar özel işaretlerle ayrılarak lüzum
görüldüğünde örneklerle açıklanmıştır.
Dilimizin
zor meselelerinden birisi de Arapçadan alınmış kelimelerin, her zaman Arapça
sözlükteki anlamını korumayıp çoğu zaman farklı anlamda kullanılmasıdır. Arapçada
“deve”ye, çöl ve çadıra ait çeşitli anlamlarından vazgeçerek Arapçaya ait
orijinal anlamlarından, yalnız bize gerekli olan bir ya da ikisini koruyanlara söyleyecek
bir şey yoksa da dilimizde kullanılan Arapça kelimelerin bir kısmı, Arapçada
hiç sahip olmadıkları anlam ile kullanılıyor ya da Arapçada hiç duyulmamış
şekilde çekimleniyor. Örneğin; “ihsas, ihtisas, istimzac, müderrir” gibi
kelimeler bu türdendir. Şimdi kelime ve anlam olarak Arapça olmayan ve hiçbir
Arapça sözlükte bulunmayan bu kelimelere “Arapçaya ait kelimeler” ismini
verebilecek miyiz? Bazı kişiler böyle kelimelere “uydurulmuş kelimeler” ismini
vermek istiyorlar; ama bilindiği gibi uydurulmuş kelime, o kelimenin ait olduğu
dille konuşan halk arasında doğan ve meydana gelen kelimeye denir. Yoksa o lisanın yabancısı olanlar tarafından
icat edilenlerine “yanlış” demekten başka bir sıfat yakışmaz. Biz, uydurulmuş
Türkçe sözcükler oluşturabiliriz; ama Arapça kelime oluşturmaya hiç bir hakkımız
ve yetkimiz yoktur. Bundan dolayı; naçizane fikrime göre, bu tür kelimelerin
halk arasında kullanılanlarına, Arapçadan kusurlu bir şekilde alınmış Türkçe
sözcük gözüyle bakmalıyız, edebiyata ve soyut fen bilimlerine ait olanlarını
ise düzeltmeli ya da asılları ile değiştirmeli, yanlış kullanmamalıyız. Bu
sözlükte, bu tarz kelimeler geçtiğinde ve yorumlandığında bu şekilde gerekli
açıklamalar yapılmış, yanlış olanlar düzeltilmiş ve değişim şekilleri de hatırlatılmıştır.
Sözlükçülükte
mahir olanların bildiği gibi bu tarz kitaplarda, içeriklerinin genişliği ve
bolluğu yeterli olmayıp düzenin güzelliği ve kullanılan usul ve yöntemlerin önemi de çok
fazladır. Örneğin; Arapçada Firuzabadi’nin sözlüğü ve bunun açıklaması olan
“Tacü’l-Arus” ile “Lisanü’l-Arab” ve sadece Türkçe kelimeler için merhum Vefik
Paşa’nın “Lehçe-i Osmani”si sözlük ilminde önemli yere sahip olan kitaplardır.
Ancak, bu kitaplar, kendisine müracaat sahiplerinin hepsinin değil, belki de
yalnız sözlük hazırlamak isteyen sözlükçülerin işine yarayabilecek bir usul ve
düzene sahiptirler. Kelimeler kolay bulanabilecek şekilde sıralanmadıkları
gibi, manaları birbirinden ayrılmamış, uygun şekilde yorumlanıp örneklerle
açıklanmamış, hepsi birden ve
karmakarışık şekilde yer almıştır. Bu kitaplardan ancak yüksek bilgi ve
uzmanlık sahibi olanlar, birbir zorluk ve zahmetle faydalanabilirler. Bundan
başka, dilimizin aslen Türkçe olan kelimelerini toplayan, Arapça ve Farsçadan
alınmış kelimeler ile alışılmış ve kullanılmakta olan terimleri içine almayan
bir sözlük, örnek olarak İngilizcenin Fransızcadan geçici olarak aldığı
kelimeleri, yani bu dilin kelimelerinin yarısını içine almayan bir sözlüğe benzer
ki böyle bir kitap düzenlemeyi hiçbir İngiliz düşünmemiştir. “Kamus-ı Türki” ne
dilimizin tamamlayıcı unsurları olan bu gibi kelimelerden ve terimlerden mahrum
olmalı ne de “Lugat-ı Osmaniyye” ismiyle yayımlanan, nice büyük kitaplarımız
gibi Türkçede değil Arapça ve Farsçada dahi ender kullanılan, işitilmemiş
Farsça ve Arapça kelimeler ile dolu olmalıdır.
Bizce
bu kitabın, “Kamus-ı Türki” ismiyle adlandırılmasına, dilimizde kullanılmakta
olan Arapçaya ve Farsçaya ait kelimeleri içerdiği halde, belki itiraz edenler
olabilir, fakat bizim dilimiz Türkçedir. Bu lisana başka bir isim düşünmek
anlamsızdır. Dilimizde kullanılan kelimelerin hepsi, hangi dilden alınmış
olursa olsun, gerçekten kullanılıyor olması ve herkes tarafından biliniyor
olması şartı ile Türkçeye aittir.
Dilimize
ait olan, farklı dillere çevrilmiş ne kadar sözlük varsa, hepsine başvurulduğu
halde, içlerinde dilimizin şimdiki durumuna ve gerçek ihtiyacına cevap veren ve
Türkçenin sözlüğü diye anılmaya hakkıyla layık olan, bundan on iki sene önce, acizane
Türkçeden Fransızcaya olmak üzere düzenlemiş olduğum sözlüğü uygun bulduğumu da
övünme amacı gütmeden itiraf etmek zorundayım.
Yine
tekrar ederim ki, dilimizin, gerçek Türkçe kelimeleri tam anlamıyla tespit
edilip kayıt altına alınmadığı gibi bizce
kullanılmakta olan Arapça ve Farsça kelimeler de uygun şekilde meydana
çıkarılmadığından ve benzeri zorluklardan dolayı, şimdilik her açıdan mükemmel
bir Türkçe sözlüğün düzenlenmesi çok zor olduğu için ortaya çıkardığım bu
eserin de o derece kusursuz olduğunu iddia edemem. Lakin dilimizin, başka bir
sözlüğe ihtiyaç duymasına engel olacak şekilde hazırlanması için olağanüstü
gayret gösterildiği için bir temel yerini alacağı ve eksik yönlerinin gelecek nesiller
tarafından tamamlanabileceği, lisanımızın hudutlarının belirlenmesine ve yanlışlarının
düzeltilmesine hizmet edeceği kuvvetli beklentidir. Bu tür başvuru kitaplarında,
aranan kelimelerin kolay bulunması ve anlamının kolaylıkla anlaşılması için gerekli
kural ve kaideye riayet hususunda, yirmi seneden beri sözlük hazırlamam ve sözlük
ilmi ile ilgili bilgi ve tecrübeye sahip olmam nedeniyle, bu kitabın kusursuz
olduğunu söyleyebilirim. Bizde kullanılmakta olan sözlüklerin çoğunda alfabe
sırasına gerektiği gibi ve tam olarak uyulmadığından, kelimeler çoğunlukla ilk
harflerinin harekesine (işaretine) göre sıralanmıştır. Örneğin; üstünlü harf
ile başlayanlar ayrı, kesreli harf ile başlayanlar ayrı dizilmiş ve böylece
Farsça kef (k) Arapça kaf (ú)’dan ayrılmıştır. Oysa bu işaretler (harekeler),
yazıda gösterilmediği gibi kaf’ın farklı okunuş biçimleri de her zaman işaretle
ayrılmadığından, insan elbette anlamını bilmediği bir kelimenin işaretlerini de
bilemeyeceğinden, bu kelimeleri nerede arayacağını şaşırması ve sözlükten
faydalanamaması doğaldır. Yine anlamları da birbirinden hiçbir işaretle
ayrılmaksızın karmakarışık konulduğundan, hangilerinin eşanlamlı ve
hangilerinin farklı anlamlı olduğu da anlaşılamaz.
Bu
“Kamus-ı Türki”de kelimelerin ilk harflerinden son harflerine kadar alfabe
sırasına uyulduğu halde harekelere ve işaretlere uyulmamıştır. Bununla birlikte
kelimelerin gerekli harekeler ve işaretlerle telaffuzları ayrılmış,
okunuşlarında şüphe ve tereddüde yer bırakılmamıştır. Arapça ve Farsçadan
alınmış olan kelimeler farklı tutulduğu gibi her kelimenin hangi sözcük
türünden olduğu da özel kısaltmalarla gösterilmiş, gerek aslen Türkçe olan gerekse
Arapça ve Farsça kelimelerin türetilme şekli ve terkibi açıklanmıştır. Farklı
anlamları, kullanımlarına göre rakamlarla sıralanıp aynı anlama gelen kelimeler
virgül (,) ile benzerleri de iki nokta (:) ile ayrılmıştır. İlmi ve fenni
terimler ile kelimenin manasını değiştiren özel ifadeler || işareti ile
ayrıldığı gibi kelimenin türü değiştiğinde yani kelimenin bir türden diğerine
geçmesi halinde; örneğin isim iken sıfat olması durumunda = işareti, kelime veya tabirle anlamı arasına da “ işareti konulmuştur.
Arapçaya
ait olan isimler ve mastarlardan uzun elif (À) ile bitenlerin sonlarında bulunan
hemze (ء) dilimizde düşürülüp örneğin; şuèarÀé yerine
şuèarÀ kullanılmaktadır. Esas olarak
hemzenin mevcut olduğunun bilinmesi ve tamlamalarda “şuèarÀ-yı Arab” demek
yerine hemzenin ortaya çıkmasıyla “şuèarÀ-i Arab” demek daha güzel olduğundan
buna uygun şekilde kullanılması için bu hemzeler yazılmıştır.
Dişilik te’si ile son bulan
Arapçaya ait isimler, Arapçada daima yuvarlak t (ة) ile yazılsa da Türkçede bazıları güzel h (ﻩ) ile bazıları uzun t ile (ﺖ) yazıldığından, bu sözlükte bu alışkanlığa uyulmuştur.
Çatıları geçişli yapmak için kullanılan Arapça mastarlar “olmak, olunmak,
edilmek” gibi Türkçe yardımcı fiillerle birleşimlerinde gereklilik ve
dönüşlülük çatısına geçtiklerinden, bazı yeni sözlükçüler bunları: “ifham:
anlatmak, anlatılmak” şeklinde her iki anlam ile çevirmeyi adet etmişlerse de
bu fark sırf Türkçe yardımcı fiilden kaynaklı olup Arapça mastarın kendi anlamı
değişmediği için yani; “keser: kırma” ve “inkisar: kırılma” olduğundan, biz bu
esas kurallara uyarak boş yere sözü uzatmak ve zihinleri karıştırmaktan uzak
durduk.
Türkçede kullanılmakta olan Arapça
isimlerin düzensiz çoğullarına kendi sıralarında yer versek de manalarını ve
açıklamalarını tekilleri maddelerine bağlayarak özel anlama gelenleri ve tekili
kullanılmayanları kendi sıralarında ayrıca açıkladık. Dilimizde kullanılmakta
olan Farsça ve Arapça ikil kelimeler ile sıfatların çoğullarını da eril ve
dişilleri sırasında ele aldık.
Bilimsel terimlere gelince:
Şüphesiz ki, her fennin terimlerini bir araya toplayan, geniş ve büyük, ciltler
halinde birleştirilmiş özel bir sözlüğü vardır. Bu durumda bilim terimlerinin
tümünü bu kitapta toplamak imkansızdır. Bilimsel terimlerin bazıları herkesçe
bilinir ve kullanılır, bazıları ise sadece o bilim dalını meslek edinmiş
olanlara ve o bilim dalında uzmanlaşmış olanlara mahsus ve özeldir. Birinci şıkta belirtilen
terimler bu kitaba alınmış, ikinci kısma ait terimlerden doğal olarak
vazgeçilmiştir.
Sözün kısası, dilimizin
şimdiki haline göre ve mümkün olduğu kadar mükemmel bir sözlük olmasına gayret
gösterilmiş ve çalışılmıştır.
Yayımlanması konusuna gelince:
Bunu da “Kamus-ı Arabi” gibi kendim yapmaya karar vererek o şekilde ilan
ettikten ve bir iki parçasını bastırdıktan sonra, günümüzde, faydalı eserleri
ile eğitimin genele yayılmasına ve ilerlemesine katkı sağlayan, sunmuş olduğu
hizmetlerin başarısı herkesçe bilinen “İkdam” gazetesi sahibi Cevdet Beyefendi,
bu kitabın yayımını da üzerine almaya talip oldu. Zaten yazarlıkla yayımcılığı
bir arada yapmak biri manevi diğeri maddi iki ağır yükün altına girmek demek
olduğunu bildiğim halde bu zahmete çaresiz katlanmak zorunda olduğumdan, sözü
edilen kişinin, bunu da hızlı, düzenli ve isteyerek yayımlamayı başaracağını,
geçmişte yapmış olduğu hizmetler aracılığı ile bildiğimden, memleketimizde zor
olması nedeniyle insanda kuvvet bırakmayan yayım sıkıntısından kurtulmak, hem
de yayımın devamını sağlamak, eksikliklerin tamamlanmasını garanti altında
bulundurmak düşüncesiyle yapmış olduğu teklifi hemen kabul ederek yayımı
vazifesini kendilerine bıraktım.
Erenköy, 20 Ramazan 1317
Ş.Sami
Türkçeye aktaran: Nermin Güngör
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)