ÖNSÖZ
(Maksadın
İfadesi)
Sözlük,
bir dilin hazinesi hükmündedir. Dil, kelimelerin birleşmesiyle meydana gelmiş
olup bu kelimeler de her dilin kendine özgü birtakım kurallarına uygun olarak çekimlenip
birleştirilerek insanın niyetini ve isteğini ifade etmesini sağlarlar.
Dünyada,
dilinin bütün kelimelerini bilen veya hafızasında tutan insan hayal edilemeyeceği
gibi dilini, tamamıyla kurallara uygun şekilde konuşan insan sayısı da çok
azdır. Bu durum, her dilin, sahip olduğu kelimelerden bazılarını geçen zaman
içinde unutulmuşluk çölünde bırakarak kaybetmesine, kendine has kurallarının
değiştirilerek konuşulmasına, düzgün ve doğru kullanılmaktan mahrum kalmasına, geniş
ve anlaşılır bir dil iken dar ve kusurlu bir dile haline gelmesine neden olur.
Dilleri
bu gerilemeden ancak edebiyat korur; edebiyatın yani edebiyatçıların bu konuda
yapacakları hizmetin ilk adımı, dilin mükemmel olmasını sağlayan sözcüklerini
ve doğru konuşulmasına vesile olan kurallarını muhafaza altına almaktan
ibarettir. Bu iki seçeneğin birincisi, dilin tüm kelimelerini kapsayan
mükemmel bir sözlük, ikincisi, cümle ve şekil bilgisine ait kuralları toplayan
bir dil bilgisi kitabı hazırlamakla mümkün olabilir.
Bunun
içindir ki; her dilin, yazıya ve edebiyata uygun hale getirilmesi için öncelikle
kelimelerinin toplandığı bir sözlük ve kurallarının koruma altına alındığı bir
dil bilgisi kitabı oluşturulması eskiden beri genel bir kanun hükmünde olup, Avrupalılar,
dünyanın en ücra yerlerinde yaşayan, medeniyetten uzak kavimlerin dahi dillerini
öğrenmek için o dillerin, sözlük ve dil bilgisi kitaplarını yazmakla işe
başlarlar.
Kelimeleri
ve kuralları tespit edilip kayıt altına alınmamış bir lisan, hiçbir zaman edebi
diller arasında sayılma iddiasında olamaz. Çünkü, bu iki kitap edebiyatın
temelini oluşturur. Edebiyat binası ancak bu iki kitap üzerine kurulabilir,
lisanın gerilemesine karşı bu iki kitap set görevi görecektir. Kusursuz bir
sözlüğe sahip olmayan bir dil, doğal zenginliği olan sözcüklerini günden güne
kaybederek, kendi kelime varlığı ile bir şey ifade edemeyecek derecede daralır.
Düzgün bir dilbilgisi kitabına sahip olmayan dil, doğru konuşmayı sağlayamaz,
gittikçe daha yanlış konuşulur ve sonunda tamamen kusurlu bir dil halini alır.
Bundan
dolayı, dilini, geniş ve anlaşılır bir edebiyat dili haline çevirmek ve bu
şekilde muhafaza etmek isteyen bir ulusun, dilinin kusursuz bir sözlüğünü ve
dil bilgisi kitabını edinmeye çalışması ve bunun için gayret göstermesi gerekir.
Bu
gerçek herkes tarafından kabul edildiği ve tüm medeni ülkelerin bu noktadan
başladıkları bilindiği halde, bin seneden beri yazılı ve edebi dile sahip olan
biz Türkler, bu süre zarfında ne dilimizin kelimelerini toplayıp kusursuz bir
sözlük ne de kurallarını hakkıyla koruma
altına alan düzgün bir dil bilgisi kitabı yapmışız. Bu kusurumuz ve ihmalimizin
sonucu olarak, aslında oldukça geniş ve zengin bir dil olan Türkçe'miz, birçok
kelimesini kaybedip bir şey ifade edemeyecek derecede daralmış, kelimelerinin
kökeni ve hangi kökten türetildiği belli olmayacak şekilde halkın söyleyişine
tabi olan hatalı bir dil halini almıştır.
Türkçenin,
Asya'nın kuzey kısmında konuşulan Turan dilleri ailesine ait olduğu, halen o
geniş coğrafyada konuşulduğu, Türkçenin bir kolunun da batıya doğru
yayıldığı, Avrupa ve Asya'yı birbirine
bağlayan büyük ve güzel iki yarımada olan Anadolu ve Rumeli’de konuşulduğu
bilinmektedir.
İşte,
Çağatayca yanlış ismine karşılık, Osmanlıca diye bilinen ve Batı Türkçesi
adıyla Doğu Türkçesinden ayrılması daha uygun olan Türkçe'miz, Kuzey ve Orta
Asya’ya oranla, konuşulduğu yerlerin ilerlemeye ve medenileşmeye uygun doğası
ve konumu sebebiyle, söyleyiş ve ifadede pek çok incelik ve güzellik kazanmış
olsa da Arapça ve Farsçadan, Rumca ve İtalyanca gibi yabancı dillerden aldığı
kelimeler ve söz öbeklerine karşı, kendi kelimelerinden birçoğunu kullanmayı
bırakmış ve kaybetmiş, bu lisanların ifade biçimine uyarak asıl söyleniş
biçiminden bir dereceye kadar uzaklaşmıştır. Bununla birlikte, Doğu Türkçesi
ile Batı Türkçesi arasındaki fark sanıldığı gibi İtalyanca ile Latince veya
İspanyolca ile Fransızca arasındaki fark kadar, yani iki Türkçeden her birini
diğerinden ayrı ve kendi başına bir dil kabul ettirecek derecede değildir. Bu
fark, ancak Kuzey Almancası ile Güney Almancası veya Toskana İtalyancası ile
Napolitan İtalyancası ya da Mısır Arapçası ile Mağrip Arapçası arasındaki fark kadardır
ve Doğu Türkçesi ile Batı Türkçesi tek dildir, ikisi de Türkçedir.
Böyle
olduğu halde, ayrılıklarının başlangıcından yani 7-8 asırdan beri Türkçenin bu
iki kolunu konuşanlar arasında bağlantı ve ilişki kesilip, iki taraf
edebiyatçılarının dahi yaklaşmak ve birleşmek yerine uzaklaşmaya çalışmaları,
imla, yazı ve ifadede her iki tarafın ayrı yol ve yöntem kullanarak
birbirlerinden büsbütün habersiz olmaları, kısacası sekiz yüz yıllık ihmal,
kayıtsızlık ve cahillik, dilimizin bu iki kolunun, ilk anda iki ayrı dil
şeklinde görünmesine neden olmuştur. Bu şubelerin ikisi de tam anlamıyla
incelenip araştırıldığında, gerçekte öyle olmadığı halde öyleymiş gibi kabul edilen
ve doğal olmayan imla farkı ortadan kaldırılınca ikisinin de aynı dil olduğu
ortaya çıkar.
Bu
iki şubeden hangisi ayrıldıkları zamandan beri daha fazla değişmiş ve hangisi
gerçek halinde kalmıştır? Burası incelendiğinde açıkça görülür ki; Doğu
Türkçesi eski halinde kalmış, Batı Türkçemiz ise asırdan asra birçok değişime
uğrayarak sonunda şimdiki halini almıştır.
O
halde; sırf bizim tarafa ait olan bu değişime ilerleme mi yoksa gerileme mi
diyeceğiz, asıl mesele budur. Bu soruya verilecek cevap ne tam olarak olumlu ne
de tam olarak olumsuzdur. Bu değişimde dilimiz bir taraftan ilerlemiş, bir
taraftan gerilemiştir. Gerek söyleyişte gerekse ifade tarzında kazandığı
incelik, Arapça, Farsça ve diğer dillerden aldığı sayısız sözcükle kazanmış
olduğu genişlik şüphesiz bir ilerlemedir. Ancak Turan ailesine mensup dillerin
temel kuralı olan ünlü uyumunu bir dereceye kadar kaybederek bu kurala hiç uymayan kelimeler ve söz
öbekleri edinmesi, saf Türkçe olan binlerce kelimeyi unutma köşesinde bırakarak
diğer dillere muhtaç olması ile adeta bir “dil türlüsü” haline gelmesi de bir
gerilemedir.
Kısaca
Doğu Türkçesi konuşma ve ifadede biraz daha kaba, bizim Batı Türkçemiz ise çok daha
incedir diyebiliriz. Fakat kural ve esas olarak Doğu Türkçesi doğru, bizimki
ise yanlıştır. Arapça ve Farsça ile yabancı dillerden aldığı kelimeler ve terimler
sayesinde bizim Batı Türkçemiz daha genişse de sadece Türkçe kelime ve söz
öbekleri karşılaştırıldığında Çağatayca çok daha zengindir.
Türkçenin
bu iki kolunu en ince ayrıntısına kadar incelediğimizde şu gerçeklerden
haberdar oluruz:
İlk
olarak, ikisinin de şekil bilgisi ve cümle bilgisine ait kuralları esas olarak
aynı olup aralarındaki fark, bunların ayrı ayrı iki dil kabul edilmesine neden
olacak derecede değildir.
İkinci
olarak, imla ve söyleyiş tarzındaki fark ortadan kaldırıldığında içerdikleri
kelimelerin, üçte ikisinden fazlası ikisi arasında ortaktır ki bu da aynı dil
olduklarını gösterir.
Üçüncü
olarak, Çağataycada birçok saf Türkçe kelime buluyoruz. İstanbul’da, bugün bu
kelimeler kullanılmasa da bunların hepsi bilinmeyen kelimeler olmayıp bazıları
yakın zamana kadar kullanılıyordu. Bu kelimelerin bir kısmı, eski şairlerimiz
ve edebiyatçılarımızın eserlerinde bulundukları için edebi dilimize aittir, bir
kısmı da bugün Anadolu’da halen kullanılmakta olup sadece bazıları Osmanlılar
tarafından hiç kullanılmayarak Çağataycaya özgü kalmıştır. Bunlardan
bazılarının Türkçede eş anlamlıları olduğu halde, biz, onların yerine Arapça ve
Farsçadan veya yabancı dillerden ödünç aldığımız kelimeleri kullanıyoruz.
Bunların yabancılığı, Çağataycadakilerin Türkçeliği ispatlanmış olduğundan,
bunlara Çağatayca demek yanlış olur. Bunlar saf ve arı Türkçe kelimelerdir ki
bizde ihmal edilip unutulduğu halde Doğu'daki hemcinslerimiz tarafından, yani
Türkçenin ortaya çıkmasına beşiklik eden ve ana yurdu olan Türkistan’da korunmuştur.
Bu kelimelerin, bizde de kullanım yerlerine konularak canlandırılmasıyla
dilimizin bir kat daha genişlik kazanması ve başka dillere muhtaç olmayacak
duruma gelmesi, milli şeref ve haysiyet sahibi olan herkesin arzu edeceği bir
şeydir.
Dördüncü
olarak, bizim Batı Türkçe'mizde, Doğudaki hemcinslerimizin anlamadıkları pek çok
kelime vardır, bunların çoğu yabancı dillerden ödünç alınmış olup bazıları da
konuşmada kullanılan uydurulmuş kelimelerdir.
Yukarıda
da söylediğimiz gibi, dilimizin tüm kelimelerini toplayan mükemmel bir sözlük
ve kurallarını tespit edip kayıt altına alan dil bilgisi kitabının olmaması, dilimizin
birçok kısma ayrılmasına ve farklılaşmasına neden olmuştur.
En
garibi şurası ki; içermiş olduğu kelimelerin yüzde sekseni dilimizde asla
kullanılmayan ve kullanılmasına da ihtiyaç duyulmayan sözlüklere “Osmanlıca
Sözlük” ismi verilmiş, saf Türkçe kelimelerin tespiti ve bu kelimelerin
açıklanması ise “bilinen bir şeyi tekrarlama” şeklinde kabul edilerek gereksiz
ve faydasız kabul edilmiştir. Bu fikre sahip olanlara: Aynı dile sahip olan
topluluklar, kendi dillerinin kelimelerini koruyup, anlamını açıklamaya mecbur
olmasaydı, Arapçadan Arapçaya tefsir edilmiş sözlükler, Sıhah’lar,
Lu’abler, Lisanü’l-Araplar,
Muhitü’l-Muhitler, Farsçadan Farsçaya Burhan’lar, Ferheng’ler, Fransızcadan
Faransızcaya Becerelle’ler, Lourese’ler, Littre’ler meydana gelmezdi, diyebiliriz.
Her dilin, en ayrıntılı ve kusursuz sözlüğü, yine o dilde ve o dili konuşanlar
tarafından hazırlandığı halde, biz, neden bütün alemden farklı olarak dilimizin
sözlük ihtiyacına kayıtsız kalalım?
Ancak,
sonunda bu gerçek anlaşılıp dilimizin kusursuz bir sözlüğe olan ihtiyacı fark
edilmiş, ülkemizde eğitim ilimleri ilerlemeye ve yaygınlaşmaya başladıkça iyi
eğitim almış vatan evlatları, dilimizin bu ihtiyacını karşılamayı arzu etmeye
başlamışlardır. Bir dilin sözlüğü, o dilde kullanılan kelimelerin tümünü bir
araya getirmeli ve o dilde kullanılmayan kelimelerden arındırılmış olmalıdır. O
halde, dilimizde kullanılmakta olan ve kullanılmayan Arapça ve Farsça
kelimeleri bir araya getirip hakiki Türkçe kelimelere yer vermeyen sözlükler
dilimizin malı olmadığı gibi sadece Türkçe kelimeleri içeren, bizim
tarafımızdan kullanılan Arapça ve Farsça kelimeler ile çeşitli terimleri
içermeyen kitaplara da dilimizin kusursuz sözlüğü gözüyle bakılamaz. “Aynı
özelliği taşıyanların hepsini içine alan, taşımayanları dışarıda bırakan” tarifi
her konuda olduğu gibi bu konuda da kanun ve kurallara uygun şekilde hareket
edilmesini gerektirir. Dilimiz için hazırlanacak olan sözlük, aslen Türkçe olan
kelimeleri içerdiği gibi diğer dillerden alınmış kelimeler ve terimleri de bir
araya getirmeli ve dilimizde kullanılmayan kelimelerden arındırılmış olmalıdır.
Bugün,
böyle kusursuz bir sözlüğe olan ihtiyacımız herkesçe kabul edilmektedir ve
dilimizin şimdiye kadar böyle bir kitabtan mahrum kalmasının ne derece üzüntü
verici olduğu ortadadır. Ancak buna duyulan ihtiyaç ne kadar fazla ise bir
araya getirilmesi ve hazırlanması da bir o kadar zordur ve bunun için zahmetli bir çalışma ve
çaba gerekir.
Ömrümün
on iki senelik bir kısmını kapsayan Kamusu’l-Alam’ı bitirdiğimde, eğitim
isteklisi saygıdeğer kişiler, dilimizin eksiksiz bir sözlüğünü hazırlama
isteğimi, sözlü ve yazılı olarak hatırlatmışlardır. Her ne kadar
Kamusu’l-Alam’a devam olarak, sözü edilen kitabın bitiminden önce Kamus-ı Arabi’ye
(Arapça Sözlük) başlamış olsam da, olabildiğince eksiksiz hazırlanmış bir Kamus-ı
Türki’ye olan ihtiyacımızın Kamus-ı Arabi’ye olan ihtiyacımızdan daha genel ve
önemli bir ihtiyaç olmasından dolayı, Kamus-ı Arabi’ye devam etmeme rağmen geri
çevrilmesi mümkün olmayan ısrarlara uymayı milli görev saydım.
Zaten
böyle bir “Kamus-ı Türki”nin yazılması eskiden beri benim amacım olduğu halde
düzenleme hususunda yaşayacağımı tahmin ettiğim zorluklar, cesaretime engel
olmuştu. Naçizane fikrimce, Türkçe bir
sözlüğün eksiksiz olabilmesi için aslen Türkçe olan kelimelerin tümünü
kapsaması gerekir. Halbuki, dilimizin kelimelerini toplama ve tespit ederek kayıt
altına alma hususunda, şimdiye kadar çok az çalışma yapılmıştır ve her kavim ve
toplumda sözlükçülerin isimleri ve tercümeleri, ciltli kitaplar halinde olduğu
halde, bizde, bu ilimle meşgul olmayı kimse düşünmeyip dilimizin kelimeleri
koruma altına alınmadığından, böyle bir eserin mükemmel olabilmesi için Türkçede
yazılmış bütün eserlerin etraflıca araştırılıp örnek alınmasıyla yetinilmeyerek
bu lisanın konuşulduğu memleketlerin hepsine uzun süren seyahatler yapılması,
dillerini iyi bilen çeşitli halk sınıfları ile konuşularak en nadir kullanılanlarına
varıncaya kadar tüm kelimelerin tespit edilmesi ve kayıt altına alınması
gerekir. Bu ise bir insanın tüm ömrünü buna sarf etmesine bağlı olup ilk anda o
kadar kusursuz olmasa da birbirini takip edecek sözlükçülerin gayretleri ve çalışmaları
ile zaman içinde olgunlaşıp mükemmel hale gelebilir.
Bu
düşünce, Türkçe bir sözlük düzenlemeye teşebbüs etmeme önceden beri engel olmakta
iken bu kez, ortaya çıkan ısrarlara karşı duramayarak “hepsi anlaşılmıyor diye
bütünü terk edilmez” kutsal sözüne uygun olarak “öncekiler sonrakilere ne
bıraktı ki” sözü gereğince bundan sonra sözlük bilimi ile meşgul olacak
geleceğin edebiyatçıları tarafından eksik ve kusurlarının tamamlanması
ümidiyle, elden geldiğince mükemmel olacak şekilde, Allah'ın izniyle ve
yardımıyla Kamus-ı Türki’yi düzenlemeye
başladım.
Bizde,
ihmal edilip unutulan ve Şark Türkçesinde kullanılmakta olan saf Türkçe
kelimelerin, özellikle; bunlardan gerekli ve değerli olanların bir araya
getirilmesine, bu vesile ile bizim Türkçeye dahil edilerek yeniden
canlandırılmasına ve genelin kullanımına sunulmasına hizmet etmek başlıca emelim iken soyut bir düşünce olan
aynı kavme ve cinse ait olma fikrini takdir edip gerekli gören ve bunları,
gösterişli Arapça ve Farsça söyleyişlere tercih edecek kişilerin, henüz az
sayıda olması ve çoğunluğun bu fikre muhalif olması, bu hizmetten kendimi
kısmen mahrum bırakmama neden olmuştur.
Bununla
birlikte, bu sözlüğün, aslen Türkçe olan kelimelerin alışılmış olanları, önceki
ve şimdiki edebiyatçılar tarafından kullanılanları, kendileri kullanılmayan
ancak türevleri kullanılan esas Türkçe kelimeler ile terk edildiği için
kullanılmayan ancak yeniden canlandırılması gerekli olan kelimeler ile
dilimizde kullanılan Arapça, Farsça ve diğer yabancı dillere ait kelime ve
terimlerin tümünü kapsamasına elden geldiğince gayret edilmiş ve bunun için
çalışılmıştır. Sözlükte yer alan kelimelerin çoğunun, ne gibi söz öbeklerinde
kullanıldığı, kullanımlarının gerekli ve gereksiz olduğu yerler ile her
kelimenin sahip olduğu çeşitli anlamlar özel işaretlerle ayrılarak lüzum
görüldüğünde örneklerle açıklanmıştır.
Dilimizin
zor meselelerinden birisi de Arapçadan alınmış kelimelerin, her zaman Arapça
sözlükteki anlamını korumayıp çoğu zaman farklı anlamda kullanılmasıdır. Arapçada
“deve”ye, çöl ve çadıra ait çeşitli anlamlarından vazgeçerek Arapçaya ait
orijinal anlamlarından, yalnız bize gerekli olan bir ya da ikisini koruyanlara söyleyecek
bir şey yoksa da dilimizde kullanılan Arapça kelimelerin bir kısmı, Arapçada
hiç sahip olmadıkları anlam ile kullanılıyor ya da Arapçada hiç duyulmamış
şekilde çekimleniyor. Örneğin; “ihsas, ihtisas, istimzac, müderrir” gibi
kelimeler bu türdendir. Şimdi kelime ve anlam olarak Arapça olmayan ve hiçbir
Arapça sözlükte bulunmayan bu kelimelere “Arapçaya ait kelimeler” ismini
verebilecek miyiz? Bazı kişiler böyle kelimelere “uydurulmuş kelimeler” ismini
vermek istiyorlar; ama bilindiği gibi uydurulmuş kelime, o kelimenin ait olduğu
dille konuşan halk arasında doğan ve meydana gelen kelimeye denir. Yoksa o lisanın yabancısı olanlar tarafından
icat edilenlerine “yanlış” demekten başka bir sıfat yakışmaz. Biz, uydurulmuş
Türkçe sözcükler oluşturabiliriz; ama Arapça kelime oluşturmaya hiç bir hakkımız
ve yetkimiz yoktur. Bundan dolayı; naçizane fikrime göre, bu tür kelimelerin
halk arasında kullanılanlarına, Arapçadan kusurlu bir şekilde alınmış Türkçe
sözcük gözüyle bakmalıyız, edebiyata ve soyut fen bilimlerine ait olanlarını
ise düzeltmeli ya da asılları ile değiştirmeli, yanlış kullanmamalıyız. Bu
sözlükte, bu tarz kelimeler geçtiğinde ve yorumlandığında bu şekilde gerekli
açıklamalar yapılmış, yanlış olanlar düzeltilmiş ve değişim şekilleri de hatırlatılmıştır.
Sözlükçülükte
mahir olanların bildiği gibi bu tarz kitaplarda, içeriklerinin genişliği ve
bolluğu yeterli olmayıp düzenin güzelliği ve kullanılan usul ve yöntemlerin önemi de çok
fazladır. Örneğin; Arapçada Firuzabadi’nin sözlüğü ve bunun açıklaması olan
“Tacü’l-Arus” ile “Lisanü’l-Arab” ve sadece Türkçe kelimeler için merhum Vefik
Paşa’nın “Lehçe-i Osmani”si sözlük ilminde önemli yere sahip olan kitaplardır.
Ancak, bu kitaplar, kendisine müracaat sahiplerinin hepsinin değil, belki de
yalnız sözlük hazırlamak isteyen sözlükçülerin işine yarayabilecek bir usul ve
düzene sahiptirler. Kelimeler kolay bulanabilecek şekilde sıralanmadıkları
gibi, manaları birbirinden ayrılmamış, uygun şekilde yorumlanıp örneklerle
açıklanmamış, hepsi birden ve
karmakarışık şekilde yer almıştır. Bu kitaplardan ancak yüksek bilgi ve
uzmanlık sahibi olanlar, birbir zorluk ve zahmetle faydalanabilirler. Bundan
başka, dilimizin aslen Türkçe olan kelimelerini toplayan, Arapça ve Farsçadan
alınmış kelimeler ile alışılmış ve kullanılmakta olan terimleri içine almayan
bir sözlük, örnek olarak İngilizcenin Fransızcadan geçici olarak aldığı
kelimeleri, yani bu dilin kelimelerinin yarısını içine almayan bir sözlüğe benzer
ki böyle bir kitap düzenlemeyi hiçbir İngiliz düşünmemiştir. “Kamus-ı Türki” ne
dilimizin tamamlayıcı unsurları olan bu gibi kelimelerden ve terimlerden mahrum
olmalı ne de “Lugat-ı Osmaniyye” ismiyle yayımlanan, nice büyük kitaplarımız
gibi Türkçede değil Arapça ve Farsçada dahi ender kullanılan, işitilmemiş
Farsça ve Arapça kelimeler ile dolu olmalıdır.
Bizce
bu kitabın, “Kamus-ı Türki” ismiyle adlandırılmasına, dilimizde kullanılmakta
olan Arapçaya ve Farsçaya ait kelimeleri içerdiği halde, belki itiraz edenler
olabilir, fakat bizim dilimiz Türkçedir. Bu lisana başka bir isim düşünmek
anlamsızdır. Dilimizde kullanılan kelimelerin hepsi, hangi dilden alınmış
olursa olsun, gerçekten kullanılıyor olması ve herkes tarafından biliniyor
olması şartı ile Türkçeye aittir.
Dilimize
ait olan, farklı dillere çevrilmiş ne kadar sözlük varsa, hepsine başvurulduğu
halde, içlerinde dilimizin şimdiki durumuna ve gerçek ihtiyacına cevap veren ve
Türkçenin sözlüğü diye anılmaya hakkıyla layık olan, bundan on iki sene önce, acizane
Türkçeden Fransızcaya olmak üzere düzenlemiş olduğum sözlüğü uygun bulduğumu da
övünme amacı gütmeden itiraf etmek zorundayım.
Yine
tekrar ederim ki, dilimizin, gerçek Türkçe kelimeleri tam anlamıyla tespit
edilip kayıt altına alınmadığı gibi bizce
kullanılmakta olan Arapça ve Farsça kelimeler de uygun şekilde meydana
çıkarılmadığından ve benzeri zorluklardan dolayı, şimdilik her açıdan mükemmel
bir Türkçe sözlüğün düzenlenmesi çok zor olduğu için ortaya çıkardığım bu
eserin de o derece kusursuz olduğunu iddia edemem. Lakin dilimizin, başka bir
sözlüğe ihtiyaç duymasına engel olacak şekilde hazırlanması için olağanüstü
gayret gösterildiği için bir temel yerini alacağı ve eksik yönlerinin gelecek nesiller
tarafından tamamlanabileceği, lisanımızın hudutlarının belirlenmesine ve yanlışlarının
düzeltilmesine hizmet edeceği kuvvetli beklentidir. Bu tür başvuru kitaplarında,
aranan kelimelerin kolay bulunması ve anlamının kolaylıkla anlaşılması için gerekli
kural ve kaideye riayet hususunda, yirmi seneden beri sözlük hazırlamam ve sözlük
ilmi ile ilgili bilgi ve tecrübeye sahip olmam nedeniyle, bu kitabın kusursuz
olduğunu söyleyebilirim. Bizde kullanılmakta olan sözlüklerin çoğunda alfabe
sırasına gerektiği gibi ve tam olarak uyulmadığından, kelimeler çoğunlukla ilk
harflerinin harekesine (işaretine) göre sıralanmıştır. Örneğin; üstünlü harf
ile başlayanlar ayrı, kesreli harf ile başlayanlar ayrı dizilmiş ve böylece
Farsça kef (k) Arapça kaf (ú)’dan ayrılmıştır. Oysa bu işaretler (harekeler),
yazıda gösterilmediği gibi kaf’ın farklı okunuş biçimleri de her zaman işaretle
ayrılmadığından, insan elbette anlamını bilmediği bir kelimenin işaretlerini de
bilemeyeceğinden, bu kelimeleri nerede arayacağını şaşırması ve sözlükten
faydalanamaması doğaldır. Yine anlamları da birbirinden hiçbir işaretle
ayrılmaksızın karmakarışık konulduğundan, hangilerinin eşanlamlı ve
hangilerinin farklı anlamlı olduğu da anlaşılamaz.
Bu
“Kamus-ı Türki”de kelimelerin ilk harflerinden son harflerine kadar alfabe
sırasına uyulduğu halde harekelere ve işaretlere uyulmamıştır. Bununla birlikte
kelimelerin gerekli harekeler ve işaretlerle telaffuzları ayrılmış,
okunuşlarında şüphe ve tereddüde yer bırakılmamıştır. Arapça ve Farsçadan
alınmış olan kelimeler farklı tutulduğu gibi her kelimenin hangi sözcük
türünden olduğu da özel kısaltmalarla gösterilmiş, gerek aslen Türkçe olan gerekse
Arapça ve Farsça kelimelerin türetilme şekli ve terkibi açıklanmıştır. Farklı
anlamları, kullanımlarına göre rakamlarla sıralanıp aynı anlama gelen kelimeler
virgül (,) ile benzerleri de iki nokta (:) ile ayrılmıştır. İlmi ve fenni
terimler ile kelimenin manasını değiştiren özel ifadeler || işareti ile
ayrıldığı gibi kelimenin türü değiştiğinde yani kelimenin bir türden diğerine
geçmesi halinde; örneğin isim iken sıfat olması durumunda = işareti, kelime veya tabirle anlamı arasına da “ işareti konulmuştur.
Arapçaya
ait olan isimler ve mastarlardan uzun elif (À) ile bitenlerin sonlarında bulunan
hemze (ء) dilimizde düşürülüp örneğin; şuèarÀé yerine
şuèarÀ kullanılmaktadır. Esas olarak
hemzenin mevcut olduğunun bilinmesi ve tamlamalarda “şuèarÀ-yı Arab” demek
yerine hemzenin ortaya çıkmasıyla “şuèarÀ-i Arab” demek daha güzel olduğundan
buna uygun şekilde kullanılması için bu hemzeler yazılmıştır.
Dişilik te’si ile son bulan
Arapçaya ait isimler, Arapçada daima yuvarlak t (ة) ile yazılsa da Türkçede bazıları güzel h (ﻩ) ile bazıları uzun t ile (ﺖ) yazıldığından, bu sözlükte bu alışkanlığa uyulmuştur.
Çatıları geçişli yapmak için kullanılan Arapça mastarlar “olmak, olunmak,
edilmek” gibi Türkçe yardımcı fiillerle birleşimlerinde gereklilik ve
dönüşlülük çatısına geçtiklerinden, bazı yeni sözlükçüler bunları: “ifham:
anlatmak, anlatılmak” şeklinde her iki anlam ile çevirmeyi adet etmişlerse de
bu fark sırf Türkçe yardımcı fiilden kaynaklı olup Arapça mastarın kendi anlamı
değişmediği için yani; “keser: kırma” ve “inkisar: kırılma” olduğundan, biz bu
esas kurallara uyarak boş yere sözü uzatmak ve zihinleri karıştırmaktan uzak
durduk.
Türkçede kullanılmakta olan Arapça
isimlerin düzensiz çoğullarına kendi sıralarında yer versek de manalarını ve
açıklamalarını tekilleri maddelerine bağlayarak özel anlama gelenleri ve tekili
kullanılmayanları kendi sıralarında ayrıca açıkladık. Dilimizde kullanılmakta
olan Farsça ve Arapça ikil kelimeler ile sıfatların çoğullarını da eril ve
dişilleri sırasında ele aldık.
Bilimsel terimlere gelince:
Şüphesiz ki, her fennin terimlerini bir araya toplayan, geniş ve büyük, ciltler
halinde birleştirilmiş özel bir sözlüğü vardır. Bu durumda bilim terimlerinin
tümünü bu kitapta toplamak imkansızdır. Bilimsel terimlerin bazıları herkesçe
bilinir ve kullanılır, bazıları ise sadece o bilim dalını meslek edinmiş
olanlara ve o bilim dalında uzmanlaşmış olanlara mahsus ve özeldir. Birinci şıkta belirtilen
terimler bu kitaba alınmış, ikinci kısma ait terimlerden doğal olarak
vazgeçilmiştir.
Sözün kısası, dilimizin
şimdiki haline göre ve mümkün olduğu kadar mükemmel bir sözlük olmasına gayret
gösterilmiş ve çalışılmıştır.
Yayımlanması konusuna gelince:
Bunu da “Kamus-ı Arabi” gibi kendim yapmaya karar vererek o şekilde ilan
ettikten ve bir iki parçasını bastırdıktan sonra, günümüzde, faydalı eserleri
ile eğitimin genele yayılmasına ve ilerlemesine katkı sağlayan, sunmuş olduğu
hizmetlerin başarısı herkesçe bilinen “İkdam” gazetesi sahibi Cevdet Beyefendi,
bu kitabın yayımını da üzerine almaya talip oldu. Zaten yazarlıkla yayımcılığı
bir arada yapmak biri manevi diğeri maddi iki ağır yükün altına girmek demek
olduğunu bildiğim halde bu zahmete çaresiz katlanmak zorunda olduğumdan, sözü
edilen kişinin, bunu da hızlı, düzenli ve isteyerek yayımlamayı başaracağını,
geçmişte yapmış olduğu hizmetler aracılığı ile bildiğimden, memleketimizde zor
olması nedeniyle insanda kuvvet bırakmayan yayım sıkıntısından kurtulmak, hem
de yayımın devamını sağlamak, eksikliklerin tamamlanmasını garanti altında
bulundurmak düşüncesiyle yapmış olduğu teklifi hemen kabul ederek yayımı
vazifesini kendilerine bıraktım.
Erenköy, 20 Ramazan 1317
Ş.Sami
Türkçeye aktaran: Nermin Güngör